Elbette hiçbir coğrafyada olan bir diğerinin aynısı değil. Fakat bugünkü paylaşım savaşı çoğu ülkedeki siyasal süreçleri, hatta toplumsal formasyonu benzeştirip geniş halk yığınları açısından içinden çıkılmaz bir fasit daireye dönüştürüyor.
3. Dünya Savaşı, bir önceki dünya savaşı sonrası şekillenen "değerler" ve statükoyu özellikle 2000'li yıllardan itibaren hızla aşındırdı.
Temsili demokrasinin "Soğuk Savaş" diye nitelendirilen dönemde "sosyal devlet" zemininde yükselen görece "demokratik" yanları egemen kesimler tarafından törpülendi. Siyaset elit kesimlerin kendi aralarında oynadıkları bir oyuna dönüştürülerek kitlelerin siyasal hayata aktif olarak katılım, kendi kendilerini yönetme olasılıkları bütünüyle ötelendi.
Elbette hiçbir coğrafyada olan bir diğerinin aynısı değil. Siyasal geçmişler de farklı. Fakat bugünkü mevcut paylaşım savaşı çoğu ülkede yaşanan siyasal süreçleri, hatta toplumsal formasyonu benzeştirip geniş halk yığınları açısından içinden çıkılmaz bir fasit daireye dönüştürüyor.
Egemenler açısından ise tahakküm ilişkilerini görünmezleştirip, bu durumu perçinlemeleri için yeni avantajlar sağlıyor ve en nihayetinde sorgulanamaz hâle getiriyor.
Macaristan nereye gidiyor?
Son yıllarda kendimi sık sık çevredeki insanlarla "dünyada en çok hangi ülkenin durumu berbat" türünden sohbetler yaparken buluyorum. Yakın zamanda bu ülkeler arasına İsveç de eklendi.
Ama değişmeyen başlıklar Türkiye ve Macaristan.
Viktor Orbán ve partisi Fidesz 2010'da iktidara geldiğinde bence niyetlerini saklamamıştı. Fakat halkın alabildiğine de-politize edildiği Gulaş Sosyalizmi dönemi, daha sonrasında kapitalizme geçiş sürecinde de aktif bir rolü olmayan kitlelerin hatta aydınların bunu kavrayıp tavır alması bir hayli zordu. Çünkü kafalarında AB'ye üye olmanın verdiği sarhoşluk, McDonald's gibi imgelerle kuşatılmış bir tüketim şaşası derken pembe hayallerin zihni fazlasıyla kapladığı, başka olasılıklara yer bırakmadığı bir toplumdu.
2012'de yaşanan Ramil Safarov olayı Orbán yönetiminin birçok açıdan geleceğinin de özeti gibiydi. Bugün o süreç Macarların kökenlerinin Kıpçak olduğu olduğu keşfedip Türk Devletleri Teşkilatı'na katılıp Erdoğan ve Aliyev'le "gardaş" olmaya kadar vardı.
Son aylarda Macaristan'da ciddi bir soruna dönüşen eğitimin iyice otoriterleştirilmesi başka bir ifadeyle son seçimler sonrası İçişleri Bakanlığı'na bağlanması (Siz bunu Süleyman Soylu komutasına vermek diye de okuyabilirsiniz) dolayısıyla eğitim alanında iyi-kötü varolan özerkliğin kaldırılarak hükümetin zihniyetinin her alana hâkim olması meselesinin kökeni de geçmişte.
Fidesz yönetimi ilk iktidara geldiği dönemde tasarruf adı altında bakanlıkların sayısını azaltarak eğitim, sağlık vb. sosyal alanlardaki bakanlıkları tek başlık altında topladı. Bu politikanın bir boyutu bu alanları kamu faaliyeti olmaktan çıkarıp, bütçeden daha az pay ayırarak özelleştirmeleri hızlandırmak, eğitimi paralı hâle getirmek oldu.
Diğer yönü ise eğitimi giderek çeşitli dinsel kurumların fiilen tekeline terk eden milliyetçi-mukaddesatçı zihniyeti egemen kılma çabasıydı.
Bugün devlet okullarının ısıtılması için bütçe ayırılmazken bu yandaş okulları kamu bütçesinden en büyük desteği gördü. Hükümetin bütün bu politikaları yıllar içinde elbette tepki gördü. Fakat bu tepkiler güçlü değildi. İktidarı engellemeye yetmedi.
Bugün ise ipler daha da gerilmeye başlandı. Geçtiğimiz Eylül ayından başlayarak öğretmenler maaşların düşüklüğü, iktidarın sağcı zihniyetinin eğitim kurumlarına hakim olması gibi nedenlerle sivil itaatsizlik eylemleri başlattılar. Hükümet buna ülkenin önde gelen bazı okullarındaki seçkin öğretmenleri işten atarak yanıt verdi. Eylemlere katılanları tehdit ederek bunun devamının geleceğini de belirtti. Bu süreçte ayrıca çok sayıda öğretmenin olumsuz koşullar nedeniyle istifa ettiği basına yansıdı.
Öğretmenlerin ayda ortalama 500 Euro civarı maaş aldığı belirtiliyor. Bu oran özellikle savaşın ağırlaştırıldığı koşullarda geçinmeyi olanaksızlaştırıyor. Ayrıca kamu alanında çalışan birçok kesime göre öğretmenler çok daha düşük maaş alıyor. Bu açıkçası eğitimin iyice kamu hizmeti olmaktan çıkarılmaya, ülkenin geleceğinin özel ellerde sağcı zihniyetlerin tekeline terk edilmeye çalışıldığının açık göstergesi.
Bu yılın Ağustos ayında Devlet Denetim Ofisi'nin eğitimde kadınların oranının artmasını bir tehlike olarak işaret etmesi yeterince karşı karşıya olduğumuz zihniyetin niteliğini sergilemeye yeter.
Öğretmenler ve süreçten olumsuz bir biçimde etkilenen aileler pasif de olsa çocuklarının geleceğini çalan Orbán yönetiminin olumsuz uygulamalarına karşı direniyorlar. Maalesef dünya kendi derdinde. Burada olanlara pek aldıran yok.
Macaristan'da "demokrasi" iktidarın büyük zihniyet bükme gücü sayesinde işlemiyor. Direnenler suçlu addediliyor, herşeyini rahatlıkla bir günde kaybedebiliyor. Öğretmenler işini, çocuklar istedikleri eğitimden yoksun kalarak geleceğini yitiriyor. Bu koşullarda dört yıl sonra sandığa gidip oy atmanın ne kıymeti olabilir?
Pal Sokağı Çocukları müzikalinin "Arsa Türküsü" son dönemde iktidara karşı mücadele eden kesimlerin marşına dönüştü.
Şöyle diyorlar: Diren sonuna kadar ne olursa olsun. Niye korkalım? Hayat başka ne? Hayalimiz bu değil mi?
Statükoya teslim olan Castillo kaybetti
Çarşamba günü tutuklanan Peru Devlet Başkanı Castillo'nun başına gelenler bianet'te özetlendi. Yalnız bu habere bazı itirazlarım var, özellikle başlıktaki solcu nitelemesine.
Castillo'nun sol iddialarla iktidar geldiği doğru. Fakat başkanlık koltuğuna oturması sonrası ilk uluslararası ziyaretini ABD'ye yaparak adeta "kral"a bağlılık teminatı sundu. ("Ne var bunda, yine kaba bir solcuya çattık" diye itiraz edenler olacaktır, onları gözlerinden öperim.)
Bunun anlamı kıta çapında yüzyıldan fazladır hegemonyasını kurmuş olan ABD ve onun desteği sayesinde Alberto Fujimori gibi diktatörlerin zulmünün temize çekileceğinin ilk işaretiydi. Bu tavrın eski Sovyetler Birliği coğrafyasında her seçimden sonra Putin'e saygılarını sunanlarınkinden pek bir farkı yok. (ABD ile elbette kavga etmek gerekmez ama boyun eğmek de anlamsız. Zira ABD'ye bu el etek öpme de yetmedi. Meclis darbesinde ABD'de darbecileri destekledi.)
Castillo'nun düzenle uzlaşma çabalarının sonrası da kolayca geldi. Örneğin Aydınlık Yol lideri Abimael Guzmán'ın ölümünden sonra onun için neo-faşistlerle aynı dili kullandı. Yolsuzluğa suça batmış sağcı siyasal elitlerle kabineler kurdu. Amazon ormanlarının yağması doğrultusunda maden arama anlaşmalarına imza attı. İktidar olamadı ama başkanlık koltuğunda kalmak için sağa her türlü tavizi verdi, statükoya teslim oldu.
Egemen kesimlere bunlar da yetmedi. Nihayetinde Peru'da politika adeta demirden leblebi o da muadillerinden bazıları gibi soluğu hapishane de almak zorunda kaldı.
Castillo'nun adayı olarak başkan seçildiği ve üyesi olduğu Perú Libre partisi nasıl bir soldur tartışılır fakat Castillo ve şimdi başkan olarak atanan Dina Boluarte solcu olmadıkları için partilerinden atıldılar. Tabii bu süreçler kendi sağcılıklarını Güney Amerika'da olanlar üzerinden Türkiye'de "sol" diye pazarlamaya çalışanların dikkatini çekmedi.
Latin Amerika'da iktidara gelen 'sol'
Castillo farklı ne yapabilirdi? 40 bin civarı oy farkıyla kazanmasına rağmen Keiko Fujimori'nin temsil ettiği sağ blok 43 gün sonra istemese de seçim sonucunu kabul etmek zorunda kaldı. Muhtemelen yasama organları ve devletin geneline hâkim oldukları için belli bir sürecin sonunda ikna olup Castillo'nun devlet başkanlığı koltuğuna oturmasına izin verdiler.
Castillo başından zorlu geçeceği belli olan bu dönemde yozlaşmış siyasi elitleri karşısına alarak anayasayı değiştirmek gibi halkın da başat talepleri arasında yer alan bir mücadeleyi örgütlemeye girişebilirdi. Ancak bunu parlamentoyla yapamazdı. Halk hareketlerinin önünü açmalıydı. Bu elbette Castillo'nun azledilmesini kolaylaştırabilir, belki çok daha erken tarihlerde iktidardan uzaklaştırılmasının yolunu açabilirdi fakat asıl iktidara gelmesi gereken kesimlerin siyasetin öznesi olmasının olasılığı da doğardı.
Bugün kendisine değişim için umut bağlayan geniş halk kesimlerini beklentilerini boşa çıkardığı gibi hiçbir zaman ülkede iktidar olamadan büyük bir hayal kırıklığı simgesine dönüştü.
Latin Amerika/Abya Yala ülkelerinde seçimle çeşitli ülkelerde "sol" iktidara geliyor. Fakat gerçekte iktidar olabiliyorlar mı/olmak istiyorlar mı bir hayli şüpheli. İktidar olmak istiyorsanız o ülkenin oligarşileriyle şu ya da bu biçimde hesaplaşmak zorundasınız.
Yüzyıllardır sömürgecilik, kapitalizm üzerinden kanlı iktidarlarını kurmuş olan kesimlerin size "buyrun seçimi kazandınız, ne isterseniz yapabilirsiniz" demelerini bekleyemezsiniz. Castillo, Şili'de Boric farklı biçimlerde de olsa bu durumun olumsuz sembollerinden. Belki Brezilya'da Lula'nın da sonu böyle olacak ve maalesef başkalarının da.
Geçtiğimiz hafta Arjantin'de yolsuzluktan 6 yıl hapis cezası alan eski başkan, şimdiki başkan yardımcısı Cristina Kirchner'in konumunun bu örneklerden birçok açıdan farklı. Fakat nihayetinde olanın bitenin "sol"un olumsuzlukları hanesine yazılması kaçınılmaz. Bolivya'da eski başkan Evo Morales'in "iktidar delisi" durumu da benzer.
Burada asıl sorun tabii "demokrasi" diye sunulan sürecin işlememesi ve egemenler açısından göstermelik oluşu. Peru örneğinde ülkeye ve siyasete egemen olan yozlaşmış kesimler bırakın halkın politikaya aktif katılımını, onca boyun eğmeye rağmen "köylü" olarak gördükleri Castillo'yu dahi aralarına almadılar. Darbeyi asıl kendileri yapmış olmasına rağmen Castillo beceremediği ve hiçbir zaman yapamayacağı bir darbe nedeniyle şimdiden mahkûm. Ve dünya kamuoyuna da rahatlıkla yaptıkları işi "demokrasiyi korumak" diye yutturacaklar.
Peki, Castillo'ya oy veren 8 milyon 836 bin 380 insanın iradesi kimin umurunda? Bu mu demokrasi?
Siyasetçi dediğiniz “öyle” değil, “böyle” olu(nu)r dedi. İşin renkli tarafı kendisinin çapında olamasa da bir benzerinin de sahaya çıkmasına vesile oldu; Ekrem İmamoğlu.
Kürtler hatırlı insanlardır. Bunu zaman dilimi içinde ziyadesiyle kanıtlamışlar zaten. Mesela hep “bin yıllık kardeşlik”ten söz edilir ya! Yanına “etle kemik gibiyiz”i de ekleyerek. İşte hikâye malum 1071 Malazgirt ve Kürdün sayesinde şu an yaşanan toprakların muktediri olmak!
Beş yüz yıl sonra Osmanlı Padişahı Yavuz Selim’e Kürt İdris’in (Bitlisli olan) verdiği açık çek. Ve ondan sonra Kürt coğrafyası sakinlerinin Osmanlı’nın yareni olması.
Geldik Lozan’a, 20. Yüzyılın ilk çeyreğine. Madem “bir ümmet, din kardeşiyiz. Bizim temsiliyetimiz de sana emanet”. Sonrası, koca bir inkâr. Kapkara bir yoksayıcılık. Ben varım, sen yoksun! Şarkının çok bilinen sözlerindeki gibi “keşke bir yalan olsaydım…” misali.
Cumhuriyetin koca 100 yıllık Kürde dair yoksayıcılık üzerinden çetelesini saymayayım şimdi, yazı uzar gider.
Ama şunu dememe izin verin. Tarih 24 Nisan 2025, aynı gün içerde sekiz yıldır yatan Kürdün mahpus ve legal parti lideri Selahattin Demirtaş’ın içeriye düştüğü gün kendine verdiği söz üzre her yıl bir kitap kabilinden sekizinci kitabı Jamal kitapçı raflarında. Ve aynı gün DEM parti yetkilileri Adalet Bakanı ile önceden planlı iki saatlik bir görüşme yapıyorlar.
Görüşme bir kaç aydır süren adı henüz konulmamış “çözüme” dair mevzuun yürüyen süreci. Görüşmede “siyasi tutsakların akıbeti” de konuşuluyor tabii ki! Kaderin cilvesi ve tuhaf garabetine bakın ki onlar görüşmedeyken içerdeki müebbetlik Demirtaş hakkında onbeş yılla yargılanacağı yeni bir dava açıldığı haberi medyaya düşüyor.
Şimdi, soru orta yerde. Demirtaş'ın, halkının yüzlerce yıldır birlikte yaşadığı ve hep fedakârlık yapan millet olduğu gerçekliği bir yana! Bu kez, hem de bir kez değil, sekizinci kezdir edebi katkı sunuyor. Al, oku işte sana edebiyat.
"Bak ben içerde yatıyorum ama, hiç bir anım boşa geçmiyor. Dışarda siyaset yapar gibi yazmıyor edebiyat yapıyorum" diyor.
Peki sen ne yapıyorsun ey muktedir…
Şunu diyeyim de içimde kalmasın! Hani yukarıda, Kürdün bin yıllık osmanlıya dair hikâyata verdiği katkıyı yazdım ya! “Yeminle” (Demirtaş okurları ve onu ru be ru tanıyanlar bilir; çok ve yerinde kullanır bu vurguyu) Selahattin kardeşim kendi kimliği varoluşu üzerinden tıkanık, bodur, hacimsiz Türkiye siyasetine bir model sundu.
Siyasetçi dediğiniz “öyle” değil, “böyle” olu(nu)r dedi. İşin renkli tarafı kendisinin çapında olamasa da bir benzerinin de sahaya çıkmasına vesile oldu; Ekrem İmamoğlu.
Ee, Demirtaş siyasal marka oluşu ile kalmayıp edebiyatta da kendine bir yer açtı. Yazdıklarıyla sürprizler yaptı. Arafta Düet’le denediği bol oyuncaklı zor bir Lego polisiyesine Jamal’la “bir daha” dedi.
Üstelik bu ülkede yaşayan ve dışardan da gelen bütün yerli yabancı halkların görsel başkenti İstanbul sokaklarına kadrajı tuttu.
“Onu benden siz aldınız
Onu benden siz çaldınız
Dünyam döndü zindana
İstanbul sokakları…” diyen intizar’ın şarkısı misali sokaktan yine sokaklara seslenerek.
Hayatı boyunca İstanbul’da yaşayan biri olmayanın bile İstanbul’a dair bir sokak hikayesi vardır elbette. İşte o sokakların ruha dokunan gündelik hayatları üzerinden bir İstanbullu yüzleşmesi Jamal.
Kitabı benim erken okumam gibi kendisi de hazırlık sürecinde dosya olarak okuyan bir dostla konuşuyorduk bu yazıyı yazmaya oturmadan bir kaç gün önce!
Çok haklı olarak bir gerçeğe parmak basarak dedi ki; “Demirtaş artık etkili ve toplumda karşılığı olan bir figür. Hatırlarsın sosyal medya üzerinden kitap önerirken insanlar kitapçılara gidip adını dahi bilmeden ‘Selo’nun tavsiye ettiği’ kitabı soruyorlardı.
O tavsiye etti diye binlerce satan ve yeni baskı yapan kitaplar olmuştu. Peki, o halde! Yakın zamanlarda büyük bir felakete uğrayan Diyarbakır / Amed sokaklarının halini yazsa Selahattin”
Evet, yazsa ne olur sahi! E, yazıyor elbette. Kitaplarının kimi bölümlerinde şahsiyetler ve mekânlar üzerinden kimi ara nağmeler döktürüyor “yeminle” ya! Anlaşılan kesmiyor. Hazır içerdeyken belki de çıkmaya ramak kalmışken! Bir “Diyarbekir Küçeleri” olur mu? Olur, neden olmasın!
“Çadır kurdum düzlere
Tiken oldum gözlere
Ben buradan gidiyem
Diyarbekir sizlere…” misali olsun diyerek.
Gördüğünüz gibi ben size Jamal’a* dair bir roman hikâyesi / güzellemesi yaz(a)madım. Halbuki yazıya oturduğumda “yeminle” niyetim oydu. Başka bir şey çıktı. Affola…E zaten Jamal ya da Cemal bir ad ise, bir başka anlamıyla da suret değil mi; Hüsn-ü Cemal misali…
Jamal’da diyor ya Selahattin; “Hikâyem bana kıymetlidir, bana anlamlıdır; başkalarının bilmesini de anlamasını da istemiyorum, beklemiyorum.” Halbuki bizler hikâyenin asli sahipleri aslını-astarını biliyor isek de! Başkaları da bilsin diye yazıyor ve yazılmasını da istiyoruz…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Yaşadığımız günlerin iç açıcı tarafları can sıkan taraflarından ağır basıyorsa bilin ki umutlu omak zorundayız demektir.
Kendini aydın ve sanatçı konumunda sayanlardan ziyade, sıradan insanlarda gördüğümüz beklenmedik çıkışların daha umut verici olduğunu düşünüyorum- hatta bütün teorileri sarsma pahasına...Geçmişteki tahminlerin ötesinde alışılmamış, çoktandır yaşamadığımız tepkisel sosyal bir atakla karşı karşıyayız şimdi.
Son bir aydır olanlar da gösteriyor ki bundan sonra toplumsal taban diye isimlendirdiğimiz, içini tam göremediğimiz kitlesel güç, bilmediğimiz ya da henüz adını koyamadığımız bir momenti yakalamış durumda.
Bunun olacağını kestiremeyenlerin şaşkınlığı ise başka anlamları çağrıştıracak şekilde kitlelere artık çıktıkları yolun doğruluğunu öğretiyor.
Bu da yanılgıların tazelenmiş yargılarla yer değiştirdiği anlamına geliyor. Toplumdaki ilginç dayanışma örneklerinde gördüğümüz canlılık bunu gösteriyor.
Benim gözden kaçırmamak adına belirtmek istediğim, aslında işin teorisini akademisyenlere bırakmak istediğim bir kaç husus var.
İllki şu: Eskiden olsa CHP, sosyal bir patlama yaratacak ciddi gerginlikler olduğunda tabanını sokaklara dökecek bir tepkiden oldum olası kaçınırdı. CHP 'nin o tanıdık malum paradigması (müesses nizamın korunması) böyle durumlarda aman "düzen bozulmasın" kaygısını her şeyden önde tutardı. Şimdi bu sınır aşıldı.
Yerel seçim
Nedenlerine girmeyeceğim ama sonuçta bütün meseleyi düzen bozucu görünmemek olarak anlayan bir muhalefet tarzı ile çözmeye çalışmak bu gün tarihe gömüldü. Çünkü başka türlü olmuyor. Hatırlayın, artık CHP sokakta, eylem alanında, tarlada, traktör üstündedir.
Yerel seçim galibiyetinden sonra kazandığı moral ile ikidara barış elini uzatan CHP gitmiş, tabanının tepkisine kulak veren, toplumsal tepkileri parti, dünya görüşü farkı gözetmeksizin ömemseyen birliştirci bir iradenin önünü açan, hatta eylemlerin meşruluk sınırlarını güvence altına alacak şekilde disiplini sağlayan, kürsü siyasetinden eylemlik siyasetine evrilen bir parti olarak göz dolduran bir CHP gelmiştir yerine.
Ortadoğu politikaları
Bu başka deyişle CHP şimdi eylem üzerinden iktidara yürüyen güçlü bir alternatif çözüm sayılırken kendi içinde örgütsel dönüşümü de sahici sınırlar içinde oluşturacak bir bilinç ve öngörü potansiyeline sahiptir. İkinci önemli husus budur.
Kendisine umut bağlayan tabanın çok seslilik içinde şekillenmiş irade biçimi parti içinde halka yakın bir duruşun tohumlarını ekecektir kaçınılmaz olarak.
Parti içine bu durum kamucu bir zihniyetin siyasal ilkelere de yansıyan yeni program açılımı olarak canlanacaktır.
Üçüncü olarak ise şu: Ortadoğu ve Suriye'deki yeni oluşumların iç siyasette dolaylı yoldan yarattığı fırsatları kullanmak adına iktidarın yeni rol alışları, bilindiği üzere PKK'nın silah bırakmasına varan bir dinamiği de ateşlemiştir.
Bu değişimin Cumhur İttifakı ile ona uyumlu yaklaşan kürt tarafı arasında başlattığı diyalag süreci, taşıdığı risklere rağmen bundan sonra istismar edilmeye müsait "PKK Terörü" konusunu gündemden en azından şimdilik çıkarmışa benzemektedir.
Bunun ise hem Türkiye Kürt siyasetinde hem de CHP eksenli demokratik muhalefet üzerinde çok yönlü etkileri olacaktır.
Bir kere bu durum, Cumhur İttifakının gözünde demokrasi ve özgürlüğü savunan muhalefetin kürtlerle bağını koparmasına yol açabileceği gibi-ki iktidar kanadındaki asıl hesabın bu olduğunu düşünüyorum- tam tersine, Kürtlerin barışma ve anayasal temelde eşit vatandaşlık istekleri üzerine yaşatmaya çalıştıkları mücadele ile CHP'nin destekleyeceği yeni bir demokratik ittifaklaşma sürecini de zorlayacaktır.
Bütün bu olasılıkları önümüzdeki günlerde daha kapsamlı olarak tartışacağız. Son olarak bundan sonra geriye kalacak son müşterekte birleşmenin her türlü tehdit ve düşmanlaştırma baskılarına rağmen çekilen tarihsel sancılara çare üretecek tek olumlu sonuç olacağını düşünüyorum.