Türkiye’de öğretmen atamaları: Bekleyişin tükenişe dönüştüğü nokta

"Atanamayan her öğretmen, toplumun kaybettiği bir ışıktır."
Türkiye’de eğitim politikaları uzun yıllardır öğretmen atamaları üzerinden şekillenirken, bu sürecin yarattığı bireysel hayal kırıklıkları ve toplumsal sonuçlar daha görünür hale gelmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı'nın 2025 yılı için açıkladığı 25 bin öğretmen ataması —15 bini Kamu Personel Seçme Sınavı (KPSS), 10 bini Akademi puanıyla— atama bekleyen yaklaşık 600 bin öğretmen adayı için büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu sınırlı sayı, eğitimli gençlerin hayata dair umutlarını törpüleyen, toplumsal güvensizlik yaratan ve mesleki itibarın aşındığı bir krizin yansımasıdır.
Türkiye’de öğretmen adayları, yıllar süren üniversite eğitimi ve KPSS hazırlığı sonucunda devlet kadrosuna atanma hayali kurmaktadır. Ancak 600 bin kişi arasından yalnızca 25 bin kişiye şans tanınması, bireylerin devlete ve eğitim sistemine olan güvenini ciddi biçimde sarsmaktadır. Gençlerin “çalışmanın karşılığı yok” düşüncesine kapılması, Émile Durkheim’ın “Anomi” kavramını çağrıştırır: Bireylerin, toplumun kurallarına güven duymadığı ve sosyal bağlarının zayıfladığı bir normsuzluk durumu. Özellikle yeni getirilen Akademi puanı gibi ani uygulamalar, sistemin öngörülebilirliğini azaltmakta ve liyakat ilkesine olan inancı zedelemektedir.
Bu belirsizlik ortamı yalnızca mesleki motivasyonu değil, bireylerin yaşam planlarını da etkilemektedir. Evlilik, aile kurma ve gelecek tasarımı gibi bireysel kararlar, güvenceli bir mesleğe sahip olamamanın yarattığı belirsizlikle ertelenmekte, bireylerde tükenmişlik duygusu oluşmaktadır.
Bir zamanlar toplumun en saygın mesleklerinden biri olan öğretmenlik, bugün özel sektörde düşük ücretler ve güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle ciddi bir itibar kaybına uğramıştır. Asgari ücretin altında maaşlarla çalışan özel okul öğretmenleri, yalnızca maddi değil, aynı zamanda sembolik olarak da bir statü kaybı yaşamaktadır. Max Weber’in "meslek ve statü" ilişkisi bağlamında değerlendirildiğinde, öğretmenlerin yaşadığı bu düşüş, toplumdaki saygın konumlarını tehdit eder hale gelmiştir.
Bu durum, nitelikli bireylerin meslekten uzaklaşmasına ya da öğretmenliği son çare olarak görmesine yol açmakta; eğitim kalitesini düşüren, gelecek nesilleri etkileyen bir kısır döngü yaratmaktadır. Ekonomik açıdan yoksulluk sınırında yaşayan öğretmenler, artık geleneksel anlamda orta sınıfın bir parçası olamamaktadır. Bu, sınıfsal hareketliliğin yavaşlaması ve sosyal eşitsizliklerin daha da belirginleşmesi anlamına gelmektedir.
Atama bekleyen yüz binlerce öğretmenin varlığı, Türkiye’de yükseköğretim ile istihdam arasındaki kopukluğun en somut göstergesidir. Eğitimli bireylerin işsiz kalması, yalnızca ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda sosyolojik bir huzursuzluk kaynağıdır. Sosyal medyada örgütlenen öğretmen adayları, artan öfke ve kırgınlıklarını kolektif biçimde dile getirirken, bu durum gençlerde apolitikleşme ya da aşırı tepkisellik gibi siyasal sonuçlara da zemin hazırlayabilir.
Öğretmenlerin yaşadığı bu belirsizlik hali, dolaylı yoldan eğitim sisteminin genel niteliğini de etkiler. Atama umudu olmayan öğretmen adaylarının motivasyon kaybı, özel sektörde çalışanların ise ekonomik baskılar altında ezilmesi, derslere yansımakta ve öğrencilerin aldığı eğitimin kalitesini düşürmektedir. Oysa eğitim, bir toplumun sosyal sermayesinin temel taşıdır. Öğretmenin yıpranması, toplumsal geleceğin zayıflamasıdır.
Bu toplumsal sorunun çözümü, yalnızca bireysel gayretlerle değil, bütüncül kamu politikalarıyla mümkündür. Öncelikle öğretmen atama sürecinde adalet, şeffaflık ve öngörülebilirlik sağlanmalıdır. KPSS ve Akademi gibi sistemlerin açık biçimde tanımlanması, ani değişikliklerin önüne geçilmesi ve liyakatin esas alınması, gençlerin sisteme olan inancını yeniden tesis edebilir.
İkinci olarak, özel sektördeki öğretmenlerin özlük hakları iyileştirilmelidir. Asgari ücret güvencesi, sendikal örgütlenme özgürlüğü ve iş güvencesi gibi temel hakların güçlendirilmesi, öğretmenlik mesleğinin tekrar cazip hale gelmesini sağlayacaktır.
Son olarak, devletin uzun vadeli eğitim politikalarıyla 600 bin öğretmen adayını bir yük değil, potansiyel olarak görmesi gerekir. Köy okullarına dönüş projeleri, dezavantajlı bölgelere öğretmen teşvikleri, yaygın eğitimde istihdam gibi yöntemlerle öğretmen fazlalığı değil, doğru planlama eksikliği olduğu gerçeği kabul edilmelidir.
Türkiye’de öğretmen atamalarıyla ilgili yaşanan kriz, yalnızca istihdam meselesi değildir. Bu kriz, bireylerin geleceğe olan inancını sarsmakta, mesleki itibarı aşındırmakta ve eğitim sistemini nitelik kaybıyla yüz yüze bırakmaktadır. Ancak doğru politikalarla bu kriz, toplumsal dayanışmayı güçlendirecek bir fırsata da dönüştürülebilir. Öğretmenlerin hak ettiği saygıyı ve yaşam koşullarını yeniden kazandığı bir Türkiye, yalnızca onlar için değil, hepimiz için daha umut dolu bir gelecek demektir.
(AÖ/RT)
Proje okullarında liyakat erozyonu

Özel okullarda velilerin yüksek not baskısı kime zarar veriyor?

Okullar nasıl bu hale geldi?

Eğitimde fırsat eşitliği yasaların ötesine geçemedi

Bu yıl Newroz’un adı barış olsun: Yeni başlangıçların ateşi
