Komşu Yunanistan’ın Osmanlı mazisiyle de özdeşleştirilen tarihî kenti Selanik’te, rüştünü çoktan ispatlamış uluslararası belgesel festivali sinemaseverleri tatmin etmeyi sürdürüyor.
Bu sene 10-20 Mart tarihleri arasında tertip edilen ve 24. senesini kutlayan etkinliğin geniş spektrumlu programı her zaman olduğu gibi, bilhassa sektör profesyonellerine seslenen Agora Market bölümüyle zenginleştirilmiş vaziyette.
Dünyayı bir veba gibi sarmış para ve bankacılık sistemine isyan ederek bankaları dolandırmış olan Katalan aktivist Enric Durán’dan, kabahati belki de Bask kimliğini onurla taşımaktan öteye gitmeyen Mikel Zabalza’nın polis tarafından işkenceyle katledilmesine, faşizme ve özellikle din kurum ve temsilcilerine karşı muhtelif mizah neşriyatıyla mücadele etmiş Vicent Miquel Carceller’den, muhafazakâr Flamenko cemaatini aykırı tabiatıyla karşısına almış Niño De Elche’ye, gayet geniş bir spektrumun renkli yansımalarıyla karşı karşıyayız.
Müslümanlığa geçmiş Türkiye’deki Sabetay takipçileri misali, İspanya’dan kaçmamış ve bir şekilde Hıristiyanlığı kabul ederek dinlerini içlerinde yaşamış Yahudiler’in Mayorka adasındaki hikâyesi de çok enteresan. Ne de olsa, en başta diktatör Franco’nun ülkeyi faşizmle kasıp kavurduğu çok uzun yıllar bir yana, İspanya gayet çalkantılı ve karanlık bir maziye sahip; fakat yine de coğrafyada birçok dilin ve lehçenin hâlâ rahatça konuşulmakta olduğunu, bir zamanlar Engizisyon’un acımasızlığıyla çalkalanmış ülkede artık farklı dinlerin belirli bir ahenk içinde, beraberce var olabildiğini görmek çok sevindirici.
Bankaların Robin’i
Takriben yarım milyon euroyu kredi şeklinde bankalardan çekerek borcunu ödemeye hiç niyetli olmayan Enric DuránGiralt yakalanıp hapse atılmıştı. Oysa aldığı paraları şahsen kullanmayı asla düşünmediği ve onları sosyal projelere yatırdığı gün gibi belliydi. O dönem tüm dünyada isyan almış yürümüş, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlara yönelik öfke iyice artmıştı. Gezegende enternasyonal çapta gayet kalabalık ve radikal protestolar gerçekleştiriliyor, hoyratça istediklerini tatbik etmeye girişmiş iktidar sahipleri layıkıyla uyarılıyordu.
2005-2008 yılları arasında vahşi kapitalizme karşı kendine has bir metotla mücadeleye girişmiş, çocukluğundan beri olağanüstü zekâsıyla parlamış Katalan aktivist Enric iki ay sonra kefaletle serbest kalmayı başardı. Yargılanacağı zamanı beklerken kendini resmen kanun kaçağı ilan edip yeraltında yaşamaya başladı. Halkları parayla köleleştiren bankacılık sistemine karşı bir sivil itaatsizlik hareketinde bulunduğunu, insanları farklı düşünmeye sevk etmeye çalıştığını, şu anda olduğundan değişik, daha eşit ve sürdürülebilir bir dünya arzuladığını ilan etti.
Enric Duran’ı uzun yıllardan beri, uzaktan da olsa hayranlıkla takip eden Anna GiraltGrisRobin Bank adlı belgeseliyle kahramanının resmen peşine düşüyor. 2022, İspanya-Almanya ortak yapımı, 80 dakikalık belgesel festivalin ana seçkisinde yer alıyor ve seyirciyi gizlice yaşamaya girişmiş bir insanın zorlu evrenine taşıyor. Birbirinden çarpıcı arşiv görüntüleri ve kıvrak animasyon sekansları bir yana filmin yönetmeni çağdaş iletişim sistemlerini de belgesele yediriyor ve belki de Don Kişotvari olarak algılanabilecek maceraya seyirciyi heyecanla dahil ediyor. Bu arada Enric Duran’ın durmaya pek de niyetli olmadığı, ayrıntıları belirtilmese de filmin sonunda hepimizle paylaşılıyor!
Bask demek E.T.A. mı demek?
Kanlı Franco rejiminin sona ermesinin üstünden 10 sene geçmişti. Ülke ferahlamış, halk hürriyetine kavuşmuş, demokratik sistem çerçevesinde eşitlik ilkeleri ön plana çıkmıştı.
Fakat “iç mihrak”lardan birinin düşman olarak görülmesinden bir türlü kurtulunamıyordu. Bask azınlığın tümü ayrılıkçı örgüt Euskadi Ta Askatasuna (E.T.A.) üyesi olarak algılanmaktaydı. Faşist dönemin tecrübeyle perçinlenmiş uygulamaları hoyratça tatbik ediliyor, Bask bölgesinin ahalisi adeta kan ağlıyordu. Güvenlik kuvvetlerinin bir intikam operasyonu sırasında Orbaizeta köylüsü, otobüs şoförü Mikel Zabalza Garate gecenin ortasında apar topar götürülmüş ve ortadan kaybolmuştu. Rejim temsilcileri sorumluluklarını ilk andan itibaren inkâr ediyor, Mikel ile birlikte götürülüp serbest bırakılmış yakınlarının tanıklıklarına rağmen güvenlik kuvvetleri yüzsüzce yalan söylüyordu. Acı gerçek Mikel’in cesedinin uzun süre sonra bir gölde bulunmasıyla ortaya çıktı: Mikel işkence sırasında katledilmişti.
Filmde, karanlık 80’li yılların kasvetli görüntüleriyle dönemin puslu atmosferini iliklerimizde hissediyoruz. Amaia Merino ile Miguel Angel Llamas’ın yönettiği Non Dago Mikel?(Mikel Nerede?/Where Is Mikel?) belgeseli, adını Mikel’in bir türlü bulunamadığı günlerde kullandığı otobüsün üzerine asılmış flamadan alıyor. 2020 yapımı, 80 dakikalık filmde Bask halkının muhtelif protestolarını, şiddete başvurmaktan hiç kaçınmayan polisin hiddetli tepkilerini, Mikel’in metin olmaya çalışan annesi, sevgilisi, kuzeni ve diğer yakınlarının samimi dışavurumlarını izlerken etkilenmemek mümkün değil. Sık sık duymadığımız Bask dilinin tınılarıyla kulaklarımızın pası siliniyor, azınlık fertlerinin bilhassa o zamanlar kameraya İspanyolca konuşmak istememelerine şaşırmıyoruz.
Ne yazık ki Mikel’in yakınları gerçeğin resmen ortaya çıkmasından önce vefat etmişler. Ailesinin geriye kalan fertleri suçu işleyenlerin yargılanabilmesine yönelik çabalarını günümüzde de dirayetle sürdürüyor ve Mikel’in asla unutulmayacağını kararlılıkla ifade ediyorlar.
Bazıları mizaha katlanamaz!
İspanya’da bir zamanlar mizahtan yola çıkarak kendine bir “medya” imparatorluğu kurmuş olan Vicent Miguel Carceller zalim Franco diktatörlüğünün kurbanlarından biri olmuş, izi neredeyse tamamıyla silinmişti. Valensiya şehrinin mizah tarihini yazmaya koyulmuşların biraz da tesadüfen izine rastladıkları Carceller popülist zihniyetle basılıp tüm ülkeyi kasıp kavuran La Traca dergisinin arkasındaki esas güç olmakla kalmamış, tüm hayatı boyunca, cinsel tatminsizlikle bilhassa itham ettiği din insanlarını ve dinî kurumları muhtelif yayınlarla topa tutmuştu. İktidarla arası hiçbir zaman iyi olmamasına rağmen kariyerinde kesinlikle muvaffak olmuş, Bluff lakaplı çizer Carlos Gómez Carrera’nın işbirliğiyle aykırı duruşunu, keskin muhalifliğini her zaman dile getirmişti. Hitler, Mussolini ve Franco gibi diktatörlerin yükselişini anında fark etmiş, onlarla dalga geçmekten çekinmemiş, tam da bu yüzden, yargılanmadan Faşistlerce öldürülmüştü.
Okuma yazma oranı düşük bir coğrafyada gayet popüler olmuş ilk mizah dergisi La Traca’nın dünya tarihindeki müstesna yeri Ricardo Macian’ın belgeseliyle perçinleniyor. Carceller İki Kere Ölen Adam (Carceller. El Hombre Que Murió Des Veces/Carceller. The Man Who Died Twice) adlı belgesel günümüzde mesajları ne yazık ki geçerli olmaya devam eden muhtelif karikatürleriyle seyirciyi hem gülümsetip hem de düşündürüyor.
2021, İspanya yapımı, 99 dakikalık film, geleneksel belgesel klişelerini peş peşe patlatsa da seyirciyi peşinden sürüklüyor, kahramanlarıyla özdeşleşmemizi sağlıyor. Akdeniz’in sıcakkanlı diyarlarından İspanya’nın coşkun ruhunu tekrar hissederken, bilhassa Bluff’un çizgilerinin estetiği hafızamıza yerleşiyor; sonlara doğru iyice belirginleşen Almodovar’vari duygusallık da cabası!
Dikkat! Geleneksel tarafı ağır basan bir sanat formu olarak Flamenko saldırı altında!
Niño De Elche adıyla meşhur olan Francisco Contreras Molina çocukluğundan itibaren kabiliyetini sergilemiş, fazlasıyla kendine has bir karakter ne de olsa.
O hem şarkıcı hem de besteci, üstelik bilge bir insan olarak tanınıyor. Klişeleri yerle bir ettiği, üzerine üzerine giderek tabuları cesurca yıkmaya giriştiği kesin! Annesiyle yoğun bir bağı olduğu da muhtelif sekanslarda gözümüze sokuluyor.
Marc Sempre-Moya ile Leire Apellaniz’in yönettiği Kozmik İlahi. Niño De Elche (Canto Cósmico. Niño De Elche/Cosmic Chant. Niño De Elche) adlı belgesel seyirciyi bir şekilde büyüleyip bambaşka boyutlara taşıyor. İspanya, 2021 yapımı, 93 dakikalık film boyunca kâh şaşırıp, kâh duygulanıyoruz; alışılagelmiş Flamenko tecrübelerinden epeyce farklı bir estetik bizi sarmalıyor, kendini kamera karşısında muhtelif şekillerde pervasızca teşhire soyunmuş kahramanına hayran bırakıyor.
Krizdeki bir toplumun kıstırılmışlığını, korkuları tarafından kuşatılmış bir birey aracılığıyla sanki duyumsuyoruz. Şimdiye kadar görmüş olduğumuz dans figürleri yepyeni yorumlarla karşımıza çıkarken tabii ki eğleniyoruz, fakat aynı zamanda acı çeken bir bedenin haykırışları sanki bizim boğazımızda da kitleniyor.
Gizli din taşıyanlar
İspanya’nın insafsız din insanları Yahudileri yüzyıllardır yaşadıkları topraklarından kovarlarken onlara din değiştirerek vatanlarında kalma şansını da tanımışlardı. Balear adalarından Mayorka, bazı ailelerin Hıristiyanlığa geçerek göç etmemeyi başardığı diyarlardan biriydi. Oysa çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğunun bünyesine girmeyi tercih edip yepyeni bir hayata başlamak zorunda kalmıştı (Burgaz Adasından Nisso Mayorkas’ı bu vesileyle tekrar anmak isterim).
Fakat ne yazık ki söz konusu ailelerin fertleri din değiştirseler de toplum tarafından mimlenmişçesine ayrımcılığa yüzyıllar boyunca tabi tutuldular, “Hıristiyan Kulübü”nün üyeliğine hiçbir zaman tam anlamıyla dahil edilmediler. Oysa bazıları yeni dinlerine ne kadar bağlı olduklarını ispatlamak için sıradan vatandaştan daha inançlı, dinlerine ve kurallarına sıkı sıkıya bağlı bir imaj sergilemeye azami ihtimam gösterdiler. Zaten bu yüzden de aradan asırlar geçince Yahudiliklerinden geriye pek bir şey kalmamış, hatta bazıları resmen ateist olmuştu!
Derken Avrupa Birliği’nin etkisi ve bilumum nedenlerden dolayı İspanya ve Portekiz’in, bir zamanlar kovduğu Yahudiler’in gönlünü kazanmaya karar vermesi sürpriz oldu. Türkiye’deki Yahudilerin ve din değiştirenlerin torunlarının da dahil olduğu bu süreçte A.B. vatandaşlığı veriliyordu.
Bunun üzerine Mayorka’nın eski Yahudileri de kimliklerini bir şekilde tekrar talep etmeye başlamışlardı. Bazılarının çok da umurunda olmasa da, bazıları kaybetmiş oldukları kültürü tekrar özümsemeye koyuluyor, bazısı kendini yeterince Yahudi bulup hayatına aynen devam ediyordu. Sinagog bir zamanlar dışarıdan gelen Yahudilere hizmet ederken şimdilerde yerli Yahudiler’le dolmaya başlamıştı.
Dani Rotstein, Felipe Wolokita ve Ofer Laszewicki imzalı Çueta Adası (Xueta Island) bir Akdeniz adasının esintisini içimizde hissettiriyor. Katalancanın kulaklarımızı okşayan tınısı bir yana, filmin neşeli kahramanları samimiyetleriyle seyircinin gönlünü kazanıyor. 2021, İspanya yapımı, 63 dakikalık belgesel kapalı, hatta klostrofobik bir toplumla özdeşleşen adalılık kapsamında azınlık olmanın ne anlama geldiğini, turistik bir estetikle de olsa yansıtmayı başarıyor. Darısı başımıza! (MT/AS)
İspanya’nın dinî otoritelerinin seneler boyunca diktatör Francisco Franco’yla yakın iş birliği içinde olduğu bilinir. Acımasız liderin ölümünden 50 sene geçmiş olmasına rağmen İspanya Katolik Kilisesinin mevzubahis dönemdeki ortaklığını kabul edip resmen özür dilemediği de malum.
Hatta geçenlerde vefat eden PapaFrancisco’nun, kendisinden 2013 yılında beklendiği şekilde Kilisenin bilhassa İspanya İç Savaşı sırasındaki icraatları hususunda itizar etmediği de unutulmuş değil.
Neyse ki istisnai de olsa, dönemin baskıcı rejimiyle hemfikir olmayıp diktatörlüğün kurbanlarına kucak açmış iyiliksever insanlar da vardı.
Yönetmenliğini Marc Riba ile AnnaSolanas’ın üstlenmiş olduğu Hamiyetperver başrahibe (Mater benefacta) adlı animasyon filmi bizi o karanlık yılların kasvetine ziyadesiyle taşıyor.
2024 İspanya yapımı 12 dakikalık eserde stop motion (duraklı çekim) tekniğini kullanan filmin tecrübeli yaratıcıları başrahibe karakterine derinlik katarak yalnız yaptığı iyilikleri değil, disipline olan bağlılığını, kâbuslar görmesine sebep olan sıkıntılarını, hatta sorgulanacak icraatlarını da bize sunuyorlar.
Conclave furyası
Son zamanlarda en çok konuşulan rahibe karakterinin, cüretkâr Conclave filminde Isabella Rossellini’nin canlandırdığı rahibe Agnes olduğu muhakkak. İstanbul’daki muhtelif okullarda görevli Fransalı, Avusturyalı veya İtalyalı rahibelerden aşina olduğumuz ruhani enerjiyi Isabella’nın birebir yansıtmaktaki başarısı tartışılmaz. Sözkonusu ülkelerin ve başkalarının artık ne yazık ki kapanmış İstanbul hastanelerinde görev yapmış rahibelerin şehrimizde bıraktığı izler de yadsınamaz; tıpkı Isabella’nın Roma’da okuduğu Katolik okulunun rahibelerinin onda bıraktığı derin iz gibi!
Edward Berger imzasını taşıyan, bazılarını şoke edecek bir sona sahip Conclave filminde kısa olmasına rağmen adaletin tecelli etmesinde epeyce faydalı rahibe Agnes rolü bence yeterince gerçekçi.
Isabella bu vesileyle vermiş olduğu muhtelif röportajlarda rahibelerin iyi kalpli ve gayet nazik olduğunu hatırladığı gibi ne kadar otoriter olabildiklerini de belirtmiş. Hamiyetperver başrahibe karakteri de her ne kadar yaptığı iyiliklerle ön plana çıksa da, manastırdaki düzenin sürmesi için yeterli dozda disiplinden de feragat etmiyor.
Gericilerin elinden kurtardığı, evlilik dışı münasebetlerden hamile kalmış genç kadınları dinî müessesenin korumasına gizlice alıyor, fakat kilisenin empoze ettiği kurallardan, davranış biçimlerinden ve kurumun çalışma şartlarından da feragat etmiyor.
Yöneticisi olduğu manastır bir sığınak vazifesi görüyor, zalim rejimin kurbanlarına gizlice kanat geriliyor; başrahibe onlardan alakasını esirgemiyor, mağdur kadınları teselli ediyor, onlara şefkatle sarılıp moral vermeye çalışıyor. Çalışabildikleri sürece onlara mesela mutfakta görev veriyor, fakat aynı zamanda dinî müessesede tahammül edilemeyecek laubaliliklerine set çekmeye de ihtimam gösteriyor.
Bebeklere ne oldu?
Yılların tecrübeli animasyon ustaları, ödüllü Marc ve Anna’nın elinden çıkma Hamiyetperver başrahibe gayet kısa olmasına rağmen seyirciyi tesir altında bırakabiliyor. Catalan Films başlığı altında izlenen filmin ana kahramanından edindiğimiz hissiyat tabii ki pozitif; fakat hayatın kendisi için çok kolay olmadığını da teferruatıyla anlıyoruz. İç savaş sırasında ve diktatörlük boyunca yaşananların, İspanya halkının muhtelif travmalarla mücadele etmesine yol açtığı muhakkak. Kahramanımız da korkuyor, mazisinden kaynaklanan hesaplaşmalarla karşı karşıya kalıyor, sık sık kâbuslar görüp kan ter içinde uyanıyor. Manastırda doğan bebeklerin hayatta kalabilmesi için bakıcı ailelere teslim edilmesi vicdanını belli ki epeyce rahatsız ediyor. Fakat anlaşıldığı kadarıyla gayet muntazaman tutulan defterler sayesinde istikbalde olası birleşmelerin yolu da açık. Lakin İspanya geçmişiyle yüzleşmekte ve hesaplaşmakta fazlasıyla zorlanan diyarlardan biri olduğu için iyimserliğin pek bir faydası da olmayabiliyor.
Rahip Llanos’un iştiraki
Neyse ki İber yarımadasında faşist rejime direnmiş ve halkla bütünleşmiş Cizvit rahip Llanos’un cesareti unutulmadığı gibi Korkusuz bir adam (Un hombre sin miedo) adlı belgeselin ortaya çıkmasına da sebep olmuş. Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Juan Luis de No İspanya 2024 yapımı 124 dakikalık belgeselde Franco iktidardayken gecekondu mahallelerinin ahalisiyle gücünü birleştirmiş “aykırı” dinî figürle bizi yakından tanıştırıyor. Halk onu bağrına basıyor, zamanla komünist partinin militanı haline gelmesine vesile oluyor, demokrasinin yorulmaz bir savaşçısına dönüşmesini mümkün kılıyor. Zalim Franco rejimi, varlıklı ve saygın bir aileye mensup olduğu için rahiple uğraşmakta epeyce zorlanıyor; bu sayede Llanos gecekondu halkıyla iç içe geliştirdiği planını adım adım tatbik ediyor.
Günümüzde turizm ve sefahat cenneti olarak tanıdığımız İspanya’nın acılı mazisine temas edebilmek için Korkusuz bir adam biçilmiş kaftan. Birbirinden değerli ve ender bulunabilen siyah beyaz arşiv görüntüleri İspanya’da toplumun kenarına atılmış kesimleri yakından tanımanıza vesile olacak, rahip Llanos’un çocuk veya gençken “değdiği” kişilerin seneler içindeki gelişimleri sizi muhakkak ki etkileyecektir. Konuşan kafaların uzun sekansları belki monoton gelebilir, fakat dünya halklarının ortak mücadelesine iştirak biçimleri kesinlikle kale alınacak değerde.
Yavuz Ekinci’nin Aziz’i bir koleksiyonerin modern zamanlar İstanbul’unda geçen hikâyesini anlatmakla birlikte! Dante’nin İlahi Komedya’sının farklı bir edebi yorumu gibi de okunabilir.
Azılı bir tutkuymuş meğer koleksiyonculuk! Öyle ki insan bedenine nakşolunmuş bir kadim hikâyeyi usta bir cerrah misali söküp alarak “teşhir ürün” metasına dönüştürmenin azılı olma hâli. Bir Suriyeli mülteci hikâyesi olan “Derisini Satan Adam” filminde de izlemiştim farklı bir koleksiyoner ve paralı modeli olan sırtı dövmeli bir adam hikayesini…
Çok hızla ve bir çırpıda okudum Yavuz Ekinci’nin “Aziz”ini*. Dededen kalma koleksiyonerlik ve nineden kalma bir deq (Kürtçe'de dövme) ilgisinin modern zamanlara yansıyan yüzü sanki Aziz.
Kitabın akışkanlığına yön veren sürükleyici ve gerilim dozu yüksek yazı tekniği ve kurgusuyla Aziz aslında sanki bir koleksiyoner olmaktan öte, yarattığı sanatçısına kıskançlıkla sahip olma hakkını kendi mülkiyetinde gören bir seri sanat katili hikâyesi…Mirzade Aziz maddi sorunu olmayan aileden varlıklı biri. 2.500 yıl önce Çin’de yaşamış Filozof Sun Tzu’nun “savaş sanatı” ilkeleriyle hayatına yön veren bir roman kahramanı olarak “Aziz” okuru yönlendiriyor.
Yedi asır önce yaşamış Dante’yi, İlahi Komedya’sıyla edebiyat açısından bir kült eser ve ilham kaynağı olarak biliyor edebiyat tutkunları. Semboller, sayılar ve simgeler eser için çok önemli. Dante, Comedya’da okuru ölüm sonrası bir seyahate çağırır. Ve bu çağrıyı cehennem, araf, cennet üçgeni üzerinden ezoterik bir kodla anlatır. Döneminin önemli şahsiyetleri bu seyahatte görünür. İlahi Komedya’yı yazmaya başladığı 1300’de Dante 35 yaşındadır. Dante bunu metinde “yaşam yolumuzun yarısında” diye vurgular. Sonra bir çok edebiyat okuruna “Dante gibi ortasındayız ömrün” sözü dillere pelesenk olur.
Yavuz Ekinci’nin bir nevi yüzünü dünyanın farklı coğrafyalarına kendi geleneksel Kürt kültüründen beslenerek selam yollaması ve “bak ey okur, buradan oku hikâyeyi” deme isteği üzerinden de okumak gerek belki Aziz’i.
Bütün hikâye, bedenindeki nakışları bir sır gibi saklayan asla ifşa etmeyen yaşlı bir bilge (Êzidî Kürt) kadının terbiyesi ile büyüyen çocuk Aziz’in sonraki yıllarında dövmenin iz sürücüsü olması üzerinden yürüyor Aziz.
Nitekim Aziz’in 54. sayfasında Deq’in simgesel açılımı da belirtilmiş; güneş, yıldız, dokuz çentik, ay, arma, hayat ağacı, artı işareti, noktalar, balık, kılıç, uzun çizgiler, haç, rebap, şifa, taç, kırlangıç, turna, başak, üç nokta, çarpı işareti, insan, yastık, ayna, tokmak, akrep, ceylan ve çark…Güneş ile başlayıp çarkla biten 27 simge, kitabın her bir bölümünün sonuna yerleşerek romana ayrı bir görsellik de katmış.
Deq, Kadim Mezopotamya coğrafyasında bedene işlenen nakıştır. “Ebru, Kültürel Çeşitlilik Üzerine Yansımalar” Atilla Durak’ın kitabı 18 yıl önce (2007) Metis Yayınlarında çıktı. Kitabın hazırlık evresinde proje kitabının editörü Ayşe Gül Altınay “Ebru’nun Kürt coğrafyasına yansıyan yüzü”nü yazmamı istediğinde anında Deq’i düşünmüş ve yazmıştım kitaba, kitabın 24 yazarından biri olarak.
Belki o yazımdan bir paragrafı bu metnin göbeğine yerleştirmek isabet olur. “Deq, qal u beladan, eski zamanlardan beri bölge insanının Yezdanilik inancından bu yana sembollerle dansıdır. Sembollere yükümlediği mana’dır. Eski bir ritüeldir deq. Güneş, ay ya da yıldız sembollerinin insan tenindeki görsel tapınmasının gizidir. Ya da birini kimliğine dair tarif ederken ‘şurasında şöyle bir deq’i vardı’ demenin kimlik tanımlamasıdır. Veya kim bilebilir ki; kem göze, nazara karşı güzelliği bir başka güzellikle ifade etmenin biçimidir Deq!”
Yavuz Ekinci’nin Aziz’i bir koleksiyonerin modern zamanlar İstanbul’unda geçen hikâyesini anlatmakla birlikte! Dante’nin İlahi Komedya’sının farklı bir edebi yorumu gibi de okunabilir.
İstanbul’u mesken tutan bizim Kürt entelijansiyasını, itiraf etmeliyim ki artık Türkiye “kesmiyor / yetmiyor.” Yaptıkları işler üzerinden asli beslenme kaynakları kadim Kürt ritüelleri, yaşamı, doğası, gelenek-görenekleri ez cümle coğrafyası olmakla birlikte! Adına “modernite” denilen tuhaf zamanlarda çoğu kez o “Kürdi”liğin adını koymadan, ya da üzerini “örtülü” olarak bırakarak batı dünyasına anlatmayı da tercih ediyorlar.
Yavuz Ekinci de Aziz’de bunun bir grafiğini çizmiş. Sadece Türkler değil, batılılar da adı konmamış bu cenahtan Kürdi bir “İlahi Komedya” metni okunsun diye (mi) düşünmüş Aziz’de vurgulamadan geçmeyeyim!
Nitekim bu bakışımı doğrulayan kitabın 47. sayfasında “Timur’un Video Günlüğü”nden; “Binyıllardır Mezopotamya’da uygulanan dövme sanatıyla modern dövme tekniğini birleştirerek bedenlerini kiraladığım üç kişinin sırtına adlarını ‘cennet’, ‘araf’ ve ‘cehennem’ koyduğum üç eser çizdim. İlahi Komedya, benim donmuş tutkumdur.”
Yavuz’un Aziz’i , yukarıda adını telafuz ettiğim “Derisini Satan Adam” filmi de dahil olmak üzere çokça edebi metinler ve Kürt ritüellerinden beslenip bütün bunları süzerek iddialı işçiliği hissedilir bir edebiyatla çıkıyor karşımıza.
“Leonardo’nun Yahuda’sı” kitabında İsa’nın Son Yemeği’ni deşen Leo Perutz, o son yemekteki kötülüğün simgesi Yahuda’ya koca bir şehrin çarşı-pazarında yüz ararken; “Bu dünyada zaman zaman ihanet ve kötülük etmeden ayakta kalarak eserine hizmet edebilen kim var ki!” der haklı olarak.
Var mı, yok mu? Hadi okuyun bakalım Aziz’i de siz karar verin…
(ŞD/RT)
*Aziz, Yavuz Ekinci, Everest yy. 2025 İstanbul
Not: Yavuz Ekinci ile Aziz'i
3 Mayıs cumartesi saat 15.00’te Diyarbakır DİTAV kültür sanat evinde konuşacağız.
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.