Binlerce yıllık bir varoluş tarihini düşününce insan ömrü nedir ki sahiden? “Hayat bir türküye sığacak kadar kısa. Gerçekten. Sonsuzluk karşısında 1 ile 100 arasındaki fark çok izafi.” Her insanın ömrü kendi çapında kıymetli oluyor. Ailesi, akrabaları ve birkaç arkadaşı, komşusu dışında kimsenin hayatına dokunmadan ömürlerini geçiren insanlar var. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Sadece bir saptama. Ama bazı insanların çapı ise kendini katbekat aşıyor. Çevreleri, tıpkı yuvarlandıkça büyüyen bir kar topu gibi genişledikçe genişliyor. Geçtiği yere, dokunduğu her insana bir iz bırakıyor. Bu izler türlü türlüdür. Muhatabı farklılaştıkça izler de değişiyor elbette. Sırrı Süreyya Önder bu ikinci gruptandı işte. Bıraktığı izlere gelince; bir film, bir türkü, bir rol, bir yazı, anlattığı bir hikâye, okuduğu bir şiir, yaptığı bir espri, bir fotoğraf, bir görüntü, sıcak bir merhaba, bir dertle hemhal olduğunu gösteren bir ifade, hınzırca bir gülümseme… Uzar gider böyle.
“İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine” diyor ya Edip, işte belki tam da bu yüzden Sırrı Süreyya içine doğduğu ailenin ve toplumun farklı düşüncelerini, inançlarını, dillerini aklından, yüreğinden süzmüş, bir kaleydoskop gibi renk cümbüşüne bürümüş, Gülten’ce “insan sorumluluktur” diyerek o sorumluluğu yüklenmiş, hayatı boyunca o yükü bir şekilde o yüklere yabancı birilerine pay etme yoluna düşmüş, farklı mahallelerin sakinlerinin yoldaşı, baboşu, gardaşı, arkadaşı, Sırrı abisi olmuş. Böylece insana ancak sıfat olabilecekken insan kavramının yerine geçen kimliklerin sınırlarını ihlal etmiş, o sınırları aşmış ve asla bir araya gelmez denilen insanları bir araya getirmiştir. Cenaze törenine katılanlara, çelenk gönderenlere, sosyal medyada paylaşanlara, ona dair konuşanlara, yazanlara ve de susanlara bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Onu kimimiz Beynelmilel ile, kimimiz BirGün ve Radikal’deki yazılarıyla, kimimiz Meksika Sınırı ve Kafa Dengi programlarıyla, kimimiz oyunculuğuyla, kimimiz milletvekili olduğunda veya İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığında, kimimiz birinci ve ikinci barış süreçleriyle, kimimiz Gezi’yle tanıdık. Kimimiz çok sevdiği türküleri söylerken veya bir enstrümanla şarkılara eşlik ederken, kimimiz komşuluktan, işten güçten kimimiz. Onu tanıma biçimlerimiz o kadar çeşitliydi ki adeta bir renk cümbüşüydü. Her nasıl ve nerede tanıdıysak onu sevdik, ona güldük, açıp açıp videolarını izledik, anlattık birbirimize.
“Ne zaman konuşsam bedel ödemişim”
Bir televizyon programında cumhuriyete dair sarf ettiği sözler devletin resmi ideolojisinin ( “Türk Sünni erkek” olarak özetleyebiliriz) sınırlarına hapsolmuşları çileden çıkardı. Öyle ki ne duyduklarını anladılar/anlamak istediler, ne de anlamak için zerrece çabaları oldu. Çünkü bu yönlü bir çaba kendi konforlu alanlarını daraltacak, belki de putlarını yıkacaktı. Peki ne demişti Sırrı Süreyya Önder? Olduğu gibi aktarayım:
“Bunun neresi Cumhuriyet? Alın, tepe tepe kullanın. Biz bundan hiçbir hayır bereket görmemişiz ki neyini buna borçlu olacakmışız. Ben hiçbir şeyimi buna borçlu değilim. Ben ne zaman konuşsam bedel ödemişim ya. 50 yaşına gelmişim. Bu ülkede ben ve benim gibi düşünenler ne zaman konuşmuşlarsa bedel ödemişler, ne iş yapmışlarsa bedel ödemişler, sürgünler, hapisler, ölümler… Ben bu cumhuriyetin ne hayrını görmüşüm? Yani ben bunu niye bir iman haline getireyim, tapılacak neresi var benim açımdan? Konya’daki yoksul köylüye ne faydası olmuş, Zonguldak’taki işçiye ne faydası olmuş, Diyarbekir’deki Kürt’e ne faydası olmuş? Biz kavramını daraltmış, daraltmış teke indirgemiş: Tek millet, tek mezhep, tek cinsiyet. Al sana cumhuriyetin tarifi. Erkek olacaksın, Sünni olacaksın ve şey olacaksın… Öbürü neydi ya unuttum… Türk olacaksın. Dert başka bir yerde kardeşim. Bu kadar biz kavramının içini boşaltmış bir şeyden hayırla bahsetmek, onu hayırla yad etmek bu topraklarda aydınlanma uğruna, bu topraklarda daha iyi bir hayatı mümkün kılma uğruna toprağın altına giren, hapishaneleri dolduran insanlara büyük haksızlık. Neyin borcu? Benim hiçbir borcum yok. Dünya kadar alacağım var, dünya kadar alacağım var. Bana haram etmiş bu ülkede yaşamayı. Sadece bana değil ya, bu ülkede Kürt’sen, Çingene’ysen, Rum’san, Ermeni’ysen, eşcinselsen, inanç sahibiysen bu cumhuriyetin sabıkası bunlara zulmün tarihi. Neyini borçlu olacağım ki? Borcu olan ödesin. İnsan doğuştan sahip olduğu şeyleri talep etmiş diye, eşitlik talep etmiş, adalet talep etmiş diye bu kadar zulüm reva mı?”
Bu konuşmadan cumhuriyet düşmanlığı değil, olsa olsa elitlerin, belli bir zümrenin, tek tipçi bir cumhuriyetin düşmanlığı çıkar. Bir başka deyişle bu konuşmadan Sırrı Süreyya Önder’in tasavvur ettiği, herkesin olan bir cumhuriyet çıkar.
Özellikle yeni barış süreci görüşmelerindeki rolüyle de çokça hedef tahtasına kondu Sırrı Süreyya. Peki onun derdi neydi?
"Mutlunun mutsuza borcu var." diyen bir insan kayıtsız kalabilir mi gördüğü, duyduğu, okuduğu, sezdiği haksızlıklara? Bir tek çocuk, eş, sevgili, anne, baba, dost, kardeş, arkadaş dahi gözyaşı dökmesin diye değil mi barış için harcanan çaba? Barışı kurmak kolay değil, kavga, şiddet hep daha kolay. Sırrı Süreyya Önder zor olanı seçti, "Bir kişi bile barışı talep etmeye devam ederse barış umudu vardır," diyerek konforundan vazgeçti. "Yüreğimiz elimizde geziyoruz barış için,” dediği gün kalp krizi riski geçirdiğini öğrendik Selahattin Demirtaş’ın mektubundan. "Hısım değil hasım olmamızı isteyenlere, gençlerimizin canını hiçe sayanlara, ekmeğimize, aşımıza göz koyanlara yuh." diyordu ta yıllar öncesinden, bir seçim çalışmasından.
“Bizler bu meseleye dair bir şeyler yapılması gerektiğini düşünen vicdanlı insanlarız. Eğer suya sabuna dokunmadan yaşamayı tercih etseydik, hepimiz kendi alanımızda en iyisi olurduk.” Yazdığı yazıları, senaryoları, çektiği filmleri, birkaç enstrüman çalacak düzeyde müzikle ilgilenmesini (ki bundan da geçimini sağlamış zamanında), hikâye anlatıcılığını düşününce bunda o kadar haklıdır ki Sırrı Süreyya. ‘Terör, savaş, barış’ kavram kargaşası on binlerce insanın mahkeme kapılarında sürünmesine neden oluyor. Barış soylu bir çabadır ama ‘iyilik’ değildir. Bir hayat felsefesi olarak barışı savunmak gerekiyor.” Barış yollarında (kelimenin gerçek anlamıyla hem de) koşturmasının sağlığını ciddi anlamda etkilemediğini kim iddia edebilir ki? Savaş sadece cephelerde savaşan gençlerin hayatına mal olmaz, o gençlerin ailelerinin hayatına, toplumun hayatına mal olur. Ama aynı zamanda göğüslerini iki cephe arasına siper eden, silahları susturmanın yollarını arayan barışseverlerin hayatına da mal olur.
Muzipçe bir sır
İnsan ne ile yaşar? Onuruyla yaşar. Sırrı Süreyya Önder onuruyla yaşadı. Başka bir dünyayı, daha iyi bir dünyayı, daha yaşanılabilir bir dünyayı mümkün kılmak için mücadele etti. Bu topraklarda barış için atılan her adımda, söylenen her şarkıda, okunan her şiirde, çekilen her filmde, söylenen her sözde ve anlatılan her meselde onun adı da anılacak kuşkusuz.
Buraya kadar seni tanımayanlara, bilmeyenlere, anlamak isteyenlere dilim döndüğünce seni anlattım Sırrı Abe. Bundan sonrasını sana yazıyorum. Şu bilinmez evrenin bir yerlerinden belki görürsün, duyarsın, okursun bu sözlerimi.
Hastane odasında bir makineye bağlı yaşam mücadelesi verirken sen, mümkün olsa kalbini avuçlarına alıp sana verecek binlerce insan uğradı sana, uzaklardan dualar etti, dilekler diledi. Herkes kendi bildiğince, kendi dilinde, kendi renginde ve nasıl hissediyorsa öyle. Sonra kalbin “Benden bu kadar lo!” dedi. Ama nasıl bir gitmek Sırrı Abe! Giderayak Gezi’ye de uğradın, Taksim’i de açtın, cenaze namazını da devletin atadığı değil kendin seçtiğin hocaya kıldırdın.
Sen gittin, biz çoğaldık acımızla, ağaç gibi gövdelerimize muzipçe bir sır yazdın sanki, barışın mümkünlerin kıyısında olduğunu ve nasıl olabileceğini gösterdin sanki. Binlerce ağaç olduk, gövdelerimizde, dallarımızda ve yeşeren yapraklarımızda barışın sırrı var şimdi. En kıymetlilerinden biri “Bir tane mezarın yok ki, on milyonların kalbine gömüleceksin. Hangi birini ziyaret edem, hangisine yüzüm sürem gardaş," dedi. Bir başka kıymetlin, canının parçası, aklının ve kalbinin güzelliğini ruhuna üflediğin Ceren’inin sözleriyle uğurlayalım seni : “Artık dinlen turna kuşum. Biz iyi olacağız. Çocuklara hep seni anlatacağız. Şakaların ağzımıza eğreti dursa bile taklit etmeye çalışacağız.”
(HÖ/TY)