Dr. Mehdi Davut, arkadaşı Suriyeli hekim Şamaa'nın "Siyasete biraz uzaktı ama hep bana sorardı: 'Yakında dönecek miyiz' Mehdi? Biz kravat takmazsak kimse bizi doktor saymıyor, o yüzden takıyorum" sözlerini paylaşıyor.
2011’de Suriye’yi terk ederek önce Katar’a, ardından Türkiye’ye göçmek zorunda kalan Mohammad Şamaa pandemi sürecinde Türkiye’de gönüllü çalışan hekimlerden biriydi.
Kaybı, özellikle İstanbul’daki Suriyeli hekimler arasında derin bir üzüntü yarattı. Katar’da son derece konforlu ve güvenli bir şekilde çalışabilecekken, annesi İstanbul’u çok sevdiği için burada kalmayı tercih eden Şamaa, İstanbul Göçmen Sağlığı Merkezi’nde çalışıyordu.
Koronavirüs şüphesiyle merkeze gelen göçmenlerin ilk tetkiklerini yapıyor, durumu kritik olanları hastanelere yönlendiriyordu. Bu esnada Covid-19’a yakalandı ve on beş günlük hastane sürecinin ardından, 16 Nisan 2020’de hayatını kaybetti.
Türkiye’de kısa bir süre yaşamasına rağmen Suriyeli göçmenler onu iyi, yardımsever ve dayanışmacı bir doktor olarak tanıdı, sevdi. Şamaa hastalığa yakalanmadan önce yaptığı Arapça yayınlarla, göçmenleri virüs ve hastalığın seyri konusunda bilgilendirmeye çalıştı.
“Mohammad Hoca’nın hikâyesi tam bir göç hikâyesi esasen. Katar’da çok iyi bir şekilde, iyi bir maaşla çalışabilirdi. Ama annesinin isteği üzerine her şeyden vazgeçip Türkiye’ye gelmişti.
Suriye’de de Esad zulmüne boyun eğerek yaşayabilirdi ama onu da yapmadı. Bir insanlık hikâyesi, bir fedakârlık var burada.”
Şamaa’nın hikâyesi bir göç hikâyesi olduğu kadar bir ayrımcılık hikâyesi de. Nihayetinde doktorluk mesleğine devam etmek isteyen Şamaa, ciddiye alınmak -belki bir çeşit saygı da görmek- için mesleğini icra etmediği zamanlarda dahi kravatını çıkarmıyordu: “Kravat takmazsak kimse bizi doktor saymıyor.”
Mohammad Şamaa’nın hikâyesini arkadaşı ve aynı zamanda Suriye Dernekler Platformu Başkanı da olan Dr. Mehdi Davut’tan dinliyoruz.
Arkadaşı Mehdi Davut anlatıyor
Türkiye’deki Suriyeli doktorlar, Esad zulmünden kaçan doktorlar. Esad zulmünden kaçtılar, çünkü Esad ya “Sana insani bir şekilde gelen, muhalif herkesi bana teslim etmen lazım,” ya da “Ben bunu tedavi etmeni istemiyorum,” diyordu.
Buradaki Suriyeli doktorlar insani olarak bu durumu kaldıramadığı için, kendi görevlerini yerine getiremedikleri için ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.
Çünkü bu doktorların hayatı tehlikeye girdi, bazıları gözaltına alındı, bazıları hapishanelerde kayıplara karıştı.
Sığınma limanı
Türkiye zaten bir sığınma limanıydı. Sığınma limanlarında böyle zorlu bir süreç olunca, Suriyeli doktorlar bunu biraz olsun hafifletmeye çalıştılar.
Biz hemen gönüllü doktorlar olarak listelerimizi hazırlayarak Sağlık Bakanlığı’na, AFAD’a ve Kızılay’a gönderdik. İhtiyaç halinde biz de çalışmak, dayanışmak istiyoruz, dedik.
Bu çok insani bir süreç. Sonuçta insan misafir olduğu evde bir yangın çıktığında o yangını söndürmeye çalışır.
Ben Türkiye’de okudum ve çalıştım. Ancak diğer Suriyeli doktorlar denklikleri olmadığı için ya sahada ve evlerde ya da Sağlık Müdürlükleri ve valiliklerin çizdiği planlar içinde çalıştılar.
Bu da ilden ile değişti. Örneğin Antep’te şehir dışından gelen yolcuların sağlık kontrolleri sürecinde çalışırken, İstanbul’da evlerdeki hastaların tedavi süreçlerinde çalışılabildi. Sığınmacı doktorlar pandemi sürecine böyle dahil oldu.
Katar’dan Türkiye’ye geliş
Mohammad Hoca maddi durumu iyi olan bir hocaydı. Türkiye’den önce Katar’da çalışıyordu ve maaş olarak da bir sorun yaşamıyordu. Ama Mohammad Hoca’nın annesi İstanbul’u çok sevmiş ve burada kalmasında ısrar etmişti.
Mohammad Hoca da Katar’ı bıraktı ve burada, Fatih’te bir ev kiraladı. Birkaç kuruluşta gönüllü olarak çalışmaya başladı.
Hastalarından biri de babamdı. Babam Suriye’den yeni gelmişti o zaman ve bana şey demişti.
“Bu doktor ne kadar iyimser, acaba beni Doktor Mehdi gönderdi dediğim için mi öyle iyi davrandı bana?” Ben de “Yok, o herkese öyle iyidir,” demiştim. Babamın bu sözü kaldı aklımda.
Mohammad Hoca’nın vefatından sonra bir sürü insan gelerek onunla olan anılarını paylaştı.
“Yakında dönecek miyiz Mehdi?”
Suriye’de yapmıştı uzmanlığını ama ben burada tanıştım Mohammad’le.
Mohammad, bizim derneğin Türkçe kurslarına geliyordu. Ben onu birkaç kez karşıladım. Sürekli kravatla geldiğini gördüm ve gülerek “Hocam sen buraya öğrenci olarak geliyorsun, kravata gerek yok,” dedim.
O da “Biz kravat takmazsak kimse bizi doktor saymıyor, o yüzden takıyorum,” dedi. Kalemini kitabını toplayarak geliyordu kursa, Türkçeyi bayağı öğrenmişti. Siyasete biraz uzaktı ama hep bana sorardı: “Yakında dönecek miyiz Mehdi?”
Vatandaşlık
İç açıcı bir şekilde sorardı ama bunu. Özlem ve kaybedişle beraber, sürekli Suriye’deki durumu sorardı. Ben toplantılara ve Birleşmiş Milletler oturumlarına da katıldığım için muhtemelen hep bana soruyordu.
Üçüncü bir gündemi de vatandaşlık almasıydı. “Bana vatandaşlık çıksa da resmi olarak çalışabilsem keşke,” diyordu.
Mohammad Hoca’nın hikâyesi tam bir göç hikâyesi esasen. Katar’da kayıtlı ve çok iyi bir şekilde, iyi bir maaşla çalışabilirdi. Ama annesinin isteği üzerinden her şeyden vazgeçip Türkiye’ye gelmişti.
Suriye’de de Esad zulmüne boyun eğerek yaşayabilirdi ama onu da yapmadı. Bir insanlık hikâyesi, bir fedakârlık var burada.
Covid-19
Ben kliniğe geldiğimde söylemişlerdi, Mohammad Hoca’nın durumu iyi değil diye. Kliniğin kapısından sormuştum ona iyi olup olmadığını, o da iyi olduğunu söylemişti. Misafirleri vardı ama, sonra anlatır diye düşündüm.
Çıkarken de bana “Mehdi Hoca kapıyı açık bırak, hava biraz sıkıcı geliyor bana,” dedi. Ben çıktım, içeriden biri fırladı. Mohammad bana kalp krizi geçirdiğini söyledi.
İlk müdahaleyi yaptım, biraz kendine geldi.
Ancak o dönem Covid yeniydi, protokoller ve hastalık bu kadar bilinmiyordu. PCR ve diğer testleri de negatif çıktı maalesef o zaman. Akşam aradı beni, aynı süreci tekrar yaşıyorum Mehdi hocam, dedi.
Ambulans gönderdik. Çapa’ya yatırabilmiştik ancak Mohammad özel hastaneye geçmesinin daha iyi olacağını düşündü, dediğim gibi maddi olarak da bir sorun yaşamıyordu.
Ben Çapa’nın en köklü hastanelerden biri olduğunu söylesem de şansını denemek istedi. Abisi aradı Katar’dan, sonrasında bir hastane ayarladık.
Oraya geçtikten sonra iki gün kadar iyi bir süreç yaşadı, sonrasında solunum cihazına bağlandı. Arada bana ses kaydı atıyordu; ancak cihaza bağlandıktan sonra iletişimimiz kesildi.
Psikolojik aşama
Aynı evde annesi de yaşıyordu. 70 yaşında, astım ve tansiyon hastasıydı annesi. Hanımı ve çocuğu da aynı evdeydi. Mohammad’den bir hafta sonra annesi ve hanımı da Covid’e yakalandı.
Maalesef o ilk dönemlerde Covid’e yakalanan insanların üzerine bir de psikolojik yük biniyordu. Mohammad Hoca benim kanaatimce psikolojik olarak bayağı yıprandı. Kendini tedavisi konusunda epey yoruyordu. “Bana bu cihazı almanız lazım, bana bunu bağlamanız lazım,” diyordu.
Sürecin sonunda maalesef biz arkadaşımızı kaybettik. Buradaki sığınmacıların çoğu onun eksikliğini hissediyor.
Türkiye Arap Doktorlar Birliği verilerine göre Türkiye’deki Suriyeli doktor sayısı 2 bin civarında, mesleğini icra edemeyen doktorlar hesaplandığında bu sayı 2500’e çıkıyor.
Göçmen doktorların Türkiye sağlık sistemine entegre edilmesini Covid-19 pandemisi hızlandırdı. Çoğu Göçmen Sağlığı Merkezlerinde çalışan doktorlar, pandemi sürecinde çalışmak için gönüllü oldular.
Gönüllü listeleri Urfa, Kilis, Antep ve İstanbul gibi göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı kentlerde oluşturuldu ve Türkiye Sağlık Bakanlığı’na iletildi. Suriye Dernekler Platformu Başkanı Mehdi Davut’un ifadelerine göre pandemi sürecinde Türkiye genelinde gönüllü olan Suriyeli hekim sayısı 400.
Mohammad Şamaa
Tıp Fakültesi’ni Suriye’de okudu. Dahiliye uzmanıydı. Savaş yüzünden 2011’de Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. 2017’de, Katar’dan Türkiye’ye geldi.
İstanbul Göçmen Sağlığı Merkezi’nde çalışıyordu. Evliydi, 11 aylık bir kızı vardı. 1975 Suriye doğumlu.
(TY/APK/YK)
Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden sağlıkçıların yakınları anlatıyor YAŞAYAMAZLAR MIYDI? Video-Söyleşiler: Tuğçe Yılmaz
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.
1 Mayıs, emeğin, dayanışmanın ve eşitliğin günü. Güvenceli iş, insanca yaşam ve sömürüsüz bir gelecek için yan yana gelen herkesin günü.
bianet olarak emeği görünür kılmak, baskılara karşı hakikati savunmak için, birlikte üretmenin ve direnmenin gücüne inanarak gazetecilik yapmaya devam ediyoruz.
Fabrikalarda, tarlalarda, ofislerde, ev işlerinde, madenlerde, sokaklarda çalışan; emeğiyle hayatı kuran herkesi selamlıyoruz.
Bu 1 Mayıs’ta, susturulmak istenen seslerin, yok sayılan hakların, görmezden gelinen emeklerin; işçilerin, ezilen halkların, kadınların, LGBTİ+’ların, hayvanların ve doğanın yanında olduğumuzu bir kez daha yineliyoruz.
1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günümüz, İşçi Bayramımız kutlu olsun.
* Özellikle Fransa’da 1 Mayıs, Fête du Muguet (Müge Bayramı) olarak bilinir. İnsanlar birbirine müge çiçekleri verir; bu hem iyi şans hem de emek ve baharın kutlanması anlamına gelir. Müge çiçeği geleneği işçi hareketleriyle birleşerek 1 Mayıs'a özel bir anlam katmıştır.
Türkiye’de 1 Mayıs, 1977’den beri katliam ve bu katliamın gerçekleştiği Taksim Meydanı ile özdeşleşen bir gün. Meydanın önemi, aydınlatılmayan 1977 katliamı sadece meydanda öldürülen 34 kişi ile de sınırlı değil; 1 Mayıs’lara kapatılan Taksim için mücadele, yıllardır Türkiye’deki emek hareketinin, sol-sosyalist örgütlerin başlı başına gündemi.
Türkiye için 1 Mayıs’ların tartışmasız gündemi 1977 olsa da, yalnız sayılmayız. 1 Mayıs dünyanın pek çok yerinde ‘kanlı meydanlarla’ anılıyor.
Şüphesiz Türkiye’yi diğer örneklere göre hâlâ sıcak kılan bir yığın özel yan var; birkaç istisna hariç Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs’larda ‘yasaklı’ oluşu ya da farklı dönemlerde verilen kayıplar, katliam anısın ve mücadelenin devamlı canlı olmasına neden oluyor. Ancak dünyadaki diğer örnekler de kendi koşulları ve tarihsel mirasları dolayısıyla bize aynı kavgayı farklı pencerelerden izleme şansı veriyor.
Gelin bir kaç örnek üzerinden giderek 1 Mayısların kanlı meydanlarla olan ilişkisine anlamlandırmaya çalışalım.
Bombalanan heykeller
Bugün 1 Mayıs çeşitli isimlerle anılıyor. Kimine göre “İşçi Bayramı”, kimine göre “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü”. Tüm bu farklı tanımlara ve anma/kutlama pratiklerine rağmen, dünyanın her tarafında işçi sınıfın bir 1 Mayıs’ı varsa, bunun kökleri 1886 yılında, ABD’de yaşanan bir işçi katliamında saklı.
19. Yüzyıl ABD’sinde önemli bir sanayi kenti olan Şikago, son derece ağır çalışma koşulları dayatılan kalabalık bir işçi sınıfına sahiptir. O yıllarda ABD’nin ikinci büyük kenti olarak öne çıkan Şikago’da çalışma süresinin 8 saate indirilmesi yönünde sert bir emek mücadelesi verilirir. Çünkü o günlerde ortalama çalışma süresi yaklaşık 16-18 saattir. Sendikalar da 8 saatlik talep üzerinden 1 Mayıs günü genel grev ilan eder.
Böylece yüz binlerce kişinin katıldığı genel grev coşkuyla başlar. Fakat üç gün sonra McCormick Hasat Makineleri Fabrikası önünde grevci işçiler ile grev kırıcılar arasında arbede çıkar. Olayı protesto etmek isteyen işçilere ise polis saldırır ve 4 işçi yaşamını yitirir. Akan kanın ardından fabrikalarda işçilerin büyük puntolarla “İntikam!” yazılı bildiriler elden ele gezer ve 4 Mayıs’ta (ertesi gün) Haymarket Meydanı’na toplanma çağrısı yapılır.
Burada düzenlenen protesto mitingi sona yaklaşırken, polislerin yürüyüş güzergahına kimliği belirsiz bir kişi el yapımı bomba atar. Ardından polis kitleye rastgele ateş açar. Bu şiddetli çatışmada atılan bombanın da etkisiyle toplam 7 polis ölür. İşçilerin verdiği kayıplar tam olarak bilinmiyor, ancak pek çok kişinin hayatını kaybettiği varsayılıyor.
Bu olayın ardından yüzlerce sosyalist ve anarşist işçi lideri tutuklanır. Bombayı kimin attığı asla ortaya çıkmasa da 8 anarşist işçi sansasyonel bir davayla yargılanır. İşçi gazetesini çıkaran August Spies ile Albert Parsons, Smauel J. Fielden, aylık yayınlar Anarşist ve Alarm'ı çıkaran George Engel, Marangozlar Sendikası'nın kurucusu Louis Lingg, Bira Taşımacıları Sendikası'nın kurucusu Oscar Neebe, Michael Schwab ve Adolp Fischer hem medya hem dini liderler tarafından yargılama sürecinde adeta infaz edilirler. 5 anarşist idama, ikisi müebbete, biri de 15 yıl hapse mahkûm edilir. Lingg idamından bir gün önce hücresinde intihar eder. Parsons, Engel, Fischer ve Spiess 11 Kasım 1887'de idam edilir.. Haklarında uluslararası kampanya yürütülen tutuklu üç anarşist ise 7 yıl sonra vali tarafından 'suçsuz oldukları' gerekçesiyle serbest bırakılır. 1889 yılında İkinci Enternasyonal'de 1 Mayıs işçi sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü ilan edilir[1].
İnfazın hemen öncesinde Spies’ın haykırdığı “Bir gün gelecek, sessizliğimiz bugün boğduğunuz seslerden daha güçlü olacak” ifadeleri, bugün Forest Park Mezarlığı’nda bulunan Haymarket Şehitleri Anıtı’nın altına kazınır.
Fakat daha ilginci Haymarket’e dikilen anıttır. Buraya, katledilen işçilerin değil de ölen polis memuru Johannes Gelert’in bronz bir heykeli dikilir. 1889 yılında açılışı yapılan heykel neredeyse üç metredir. Ancak 1924 yılında bir sürücü arabasıyla son sürat heykele kasti olarak çarpar, ifadesinde “Elini kaldırmış o heykeli görmekten gına geldiğini” söyler.
Heykel farklı bir yere taşınır. Fakat Soğuk Savaş’ın başladığı tarihlerde yeniden eski yerine yakın bir yere getirilir. Defalarca boyalı saldırıya uğrayan heykel 1968 yılında -tarihin cilvesi- bombalı saldırıya uğrar. Kısa süre içinde tekrar inşa edilse de 1970’de yine bombayla havaya uçurulur. İki eylemi de Weather Underground isimli komünist örgüt üstlenir. Bir kez daha restore edildikten sonra polisler başında 7 gün 24 saat nöbet tutmaya başlar. Yine de artan protestolarla sürekli yeri değişir. Nihayet Polis heykeli polis akademisine götürülürken meydanda Haymarket olayını tüm açılarıyla anlatmaya çalışan bir olay anı heykeli dikilir[2].
Tüm bunlar onlarca, hatta yüzlerce yıllık ısrarlı bir mücadele şemsiyesi altında yaşanır.
Kanlı Mayıs'ın taşı
Taksim Meydanı’nda yaşanan katliamı tanımlarken kısaca ‘Kanlı 1 Mayıs’ diyoruz. Bu ifade Türkiye’de, 1977 yılında yaşanmış özel bir olayı tanımlıyor ancak, dünya tarihine baktığımızda Haymarket’ten bugüne yaşanan onlarca işçi katliamı nedeniyle birden fazla ‘Kanlı Mayıs’a rastlıyoruz. Bunlardan bir tanesi Almanca Blutmai yani Kanlı Mayıs olarak anılan Berlin’de 1929 yılında yaşanan 1 Mayıs Katliamı.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ‘kaybeden’ güçlerinden olan Almanya için 1920’ler sınıf mücadelesinin hız kazandığı yıllardır. Ekim Devrimi’nin hemen ardından 1919 yılında patlak veren Alman Devrimi, başarısızlıkla sonuçlansa da korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, enflasyon ve içinden çıkılmaz ekonomik kriz, kısa süre içerisinde komünistlerin güçlenmesine ve işçi hareketini büyütmesine olanak tanır. Öte yandan burjuvazinin krize verdiği gerici bir reaksiyonun arkasından beliren faşistler de kendilerine alan bulur.
Safların keskinleştiği böylesi bir atmosferde 1929 yılında Alman Komünist Partisi (KPD), 1 Mayıs’ın sokaklarda kutlanacağını ilan eder. Ancak Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve bazı sendikalar 1 Mayıs’ı sokakta karşılamak yerine kapalı salonda kutlama tutumundan vazgeçmezler. Zira ülkede nisan ayından itibaren 1 Mayıs başta olmak üzere her türlü gösteri yasaklanmıştır. SPD, yasağa karşı kitlesel ve kararlı bir mücadele hattında ilerlemek yerine uzlaşıcı tutumda ısrar eder. Yaklaşık 200 bin Berlinli işçi, KPD’nin çağrısına uyarak, 1 Mayıs sabahı tehditlere aldırmadan sokağa çıkar. Savaşa, sömürüye ve faşizme karşı barışçıl bir 1 Mayıs kutlamasına binlerce polis şiddetle saldırır. Hem kitlenin hem de pencereden kutlamayı izleyenlerin üzerine kurşun yağdırılır. Resmi kayıtlarda bile polisin binlerce mermi kullandığı gizlenmezken saldırıda 33 işçi katledilir, yüzlercesi de yaralanır. Bir tek polisin dahi burnunun kanamadığı katliamda, basının yalanlarına karşın; işçilerin değil saldırganlık, en ufak bir karşı koyuşta dahi bulunmadığı sonradan açığa çıkar[3].
Polisin saldırısına işçiler bulundukları yerlerde barikatlar kurarak yanıt verirler. Neuköln ve Wedding gibi Berlin’in emekçi mahallelerinde meydanlar ve sokaklarda kurulan barikatlara destek ertesi gün KPD çağrısıyla greve çıkan 25 bin işçiden gelir. Yaklaşık bir hafta boyunca işçilerin direnişi devam eder. Binlercesi tutuklanır. On binlerce polisin seferber edildiği kendiliğinden başlayan eylemler, daha fazla kayıp vermekten çekinen KPD yönetiminin işçiler ile yaptığı görüşmeler sonucunda sönümlenir.
Kanlı Mayıs’ta katledilen işçilerin izlerine Berlin’deki Wiesen Sokağında bir taşın üzerinde rastlamak mümkün. Üzerinde “Mayıs 1929’un başında buradaki sokak çatışmalarında 19 kişi öldü, 250 kişi ise yaralandı” ifadeleri, akan kanın yerini hatırlatıyor.
İşte bu özgün süreçlerin sonucunda İspanya’da, Fransa’da, Meksika’da, Peru’da, Güney Kore’de, Kamboçya’da... 1 Mayıslarda kana bulanan daha nice meydan ve sokak var. Belki hepsinin hikayesini ayrıntılarıyla tek bir yazıya sığdırmak, olay örgülerinin ayrıntılarını aktarmak mümkün değil. Ancak hepsinin ortak kavgasını anlayıp-anlatmak mümkün.
Bu mücadelede mekanlar ön plana çıksa da biraz daha yakından baktığımızda daha büyük bir gerçekle karşılaşıyoruz; en büyük sembol ve en büyük anıt mücadelenin ta kendisi. Belki yüzlerce yıl sürecek, belki hiç bitmeyecek. O sebeple her taşa, sokağa, meydana bir de bu gözle bakmak, şüphesiz zihnimizi berraklaştıracaktır.
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde...
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.