Surlar ve Sırlar
Diyarbakır Surlarının harcı yumurta akıyla, Harput Kalesi'nin ise sütle karılmış. Efsaneye göre ölümsüzlük suyundan içen bu iki yapının baş ustaları zaman zaman derin ve yüzyıllar süren uykularından uyanıp sorarlarmış "Diyarbakır Surları yıkıldı mı? Harput Kalesi yerli yerinde duruyor mu?" diye.
Ustaları ve sözlerini düşünerek, Diyarbakır Surları'nın güneyindeki Keçi Burcu'nun üzerinden kenti izliyorum; otuza yakın medeniyete ev sahipliği ve en az yedisine de başkentlik yapmış bir surlar kenti Diyarbakır.
Yukarıdan kalkan balığı şeklini andıran ve dört yöne birer kapıyla açılan surların içinde insanlar yüzlerce yıldır hayatlarına devam ediyorlar.
Diyarbakır Surları savunma duvarlarıyla çevrilmiş, bir başka deyişle, berkitilmiş kentlerin günümüze kadar gelebilen en önemli tarihsel örneklerinden. Kentin tarihi İÖ üçüncü binle ikinci bin yılları arasındaki Hurri-Mittani'lere kadar uzanıyor.
Fakat, surların bugünkü ana hatları dördüncü yüzyılda şiddetlenen Roma İmparatorluğu ve Sasani Devleti arasındaki savaşla oluşmuş. Sonrasında ise Osmanlılara kadar surlar sürekli yenilenip genişletilmiş.
Bugün surların etrafında 82 burç var. Her biri, çevresinde yaşayan insanların hayatlarını şekillendiriyor ve bugün bile birçok insan, geçmişte burçlarla bütünleşen anılarıyla yaşıyor.
Diyarbakırlı Süryani, puşi imalatçısı Lütfü Dokucu 1924 doğumlu. Surların Urfa Kapı ile Mardin Kapı arasında kalan, Süryanilerin yaşadığı Lalebey mahallesi veya eski adıyla "Öte Mahalle"de yaşamış.
Lütfü usta hayatını artık 1700 yıllık Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi'nde geçiriyor. İlerlemiş yaşına karşın diyakozluk yapıyor surların gölgesindeki bu binlerce yıllık kilisede. Tüm Diyarbakırlı Süryaniler, İsa'nın dili Süryanice'de dualarını okuyup, ibadetlerini yapıyorlar.
Lütfü usta "Surların dibinde onlarca, yüzlerce metrelerle uzanan ipek ibrişim gibi ipliklerin çekme işini yapardık." diyor bir zamanların dillere destan Diyarbakır ipeklilerinin, puşilerinin dokunuş öyküsünü anlatırken.
"Surların dibi ipekten rengarenk olurdu. Surlar silme ipeğe keserdi, gökkuşağı gibi. Sonra o ipek iplikleri masuraya sarardık. Ardından da hemen surlara karşı bazalt evlerde puşi ve mantin çarşaf olarak dokurduk. Ve tüm bu serüvenin tanığı da elbette Diyarbakır'ın surları olurdu".
Onu bırakmıyorum; devam ediyor: "Surların gölgesinde kendi dokuduğum, Süryani işi bir mantin çarşafı, anam ben evlenirsem müstakbel eşime giydirmek üzere saklamıştı. Ben askerken Karacadağ'daki köylerin birinin ağası oğluna kız istemiş. Kız da 'İnadım inat, mantin çarşaf olmazsa ben gelin gitmem' demiş. Ağa sormuş soruşturmuş anamı bulmuş. Anam vermek istememiş mantin çarşafı. Başından savmak için ağadan olmadık bir para, yedi Reşat Altını istemiş. Ağa bu; hemen çıkarıp vermiş altınları. Anam da yok diyememiş. Belki de o çarşafın ahı tuttu beni; bu yaşıma kadar evlenemedim işte."
Diyarbakır Ticaret Odası 2003 yılında ipek dokumacılığını yeniden canlandırmak için bir çalışma başlattı. Ve bu çalışmada da ilk iş olarak Lütfü ustaya gittiler. O, yeni kurulan tezgahlarda genç Diyarbakırlılara eğitim verdi. Kent için yaptıkları ilerlemiş yaşına karşın bitmiyor.
Şimdilerde Lütfü ustanın ailesi gibi Diyarbakır'da topu topu birkaç Süryani ailesi kaldı. Onların yaşadığı Öte Mahalle'nin tam karşısındaki surlar bölgesi Ben û Sen olarak biliniyor.
Ben û Sen'in en önemli iki burcu, Diyarbakır Surları'nın da en gösterişli burçları. Biri, Evli ya da Ulu Beden Burcu. Diğeri ise yakınlarındaki Yedi Kardeş Burcu. Dış cepheleri aslan ve çift başlı kartal kabartmaları ile süslü; ikisi de kitabeli ve gösterişli.
Bütün Diyarbakırlılar Ben û Sen'le ilgili bir hikâye anlatır. Anlatmakla da kalmaz, paylaşmak ister.
Bir usta ve kalfası iddiaya tutuşmuşlar; hangimiz daha güzel burç yapar diye. Her biri iki zıt noktadan başlamışlar burçlarına. Eser, burçlarının arasındaki surlarda tamamlanmış. Buluştuklarında birbirlerinin eserine bakakalmış usta ve kalfası.
İzleyicilerin huzurunda sormuşlar "Ben mi, sen mi?" diye. Usta, kalfasının yaptığı işin hakkını teslim edercesine, "Sen" demiş ve kendini surlardan aşağı atıp intihar etmiş. Kalfası geri duramamış ustasının ardından; o da surlardan aşağı bırakıvermiş kendini. O günden beridir kalkan balığının kuyruğunun iki uç noktasını oluşturan bu bölgenin adı "Ben ve Sen" anlamına gelen Ben û Sen kalmış.
Ben û Sen burçlarından surları takip edip doğuya, Mardin Kapısı'na giderken Nur Burcu'nun önünden geçiyorum. At, aslan ve geyik kabartmalarıyla Selçuklu döneminin en görkemli yapıtlarından biri kabul ediliyor, Nur Burcu.
Diyarbakır Surları'nın dokusunu sürdürüp yaşatan yalnızca burçları değil. Birçok yapı eski kenti doldurmuş. Bu yapıların birçoğunun yapımında da granit sertliğindeki bazalt, yani Diyarbakırlıların dediği gibi "kara taş" kullanılmış. Kentin güneybatısındaki Karacadağ bir volkan.
Ve tarih boyunca, sanki bu kadim kente karşı bir öfke beslemiş gibi, ateş ve taş kusmuş. Kente kimliğini veren de bu taşlar olmuş. Karacadağ'dan çıkan bazaltı ustaca işleyip evler, camiler, kiliseler, medreseler, hanlar, hamamlar yapmış Diyarbakırlılar.
Kentteki camilerde iki tip minare var: yuvarlak veya köşeli. İşte o köşeli minarelerden en namlısı da yazar Mıgırdiç Margosyan ve benim yaşadığım Gavur Mahallesi'ndeki Dört Ayaklı Minare. Ya da diğer adıyla Şeyh Mutahhar Cami.
Yuvarlak dört sütun üzerine oturtulmuş ve köşeli tarzda inşa edilmiş. Yaklaşık beş yüz yıldır ayakta. Harcı ve ana malzemesi surlardaki taşlarla aynı. Dört sütundan her biri İslam'ın bir mezhebini ifade ediyor. Halk arasında minarenin ayakları altından yedi defa geçilirse dileklerinin yerine geldiğine inanılıyor.
Buraya Gavur Mahallesi denmesinin sebebi ise Dört Ayaklı Minare'nin dışında semtte başka ibadet yerlerinin de olması. Mor Petyun Keldani Kilisesi ile Surp Giragos Ermeni Kilisesi Diyarbakır'ın mozaiğini tamamlıyor.
Bu mahallede yaşadığım çocukluğumu hatırlıyorum. Topal Naman Hoca'nın köşeli minareden gelen makamlı ezan sesi ile Zangoç Uso'nun çan sesi birbirine karışırdı. Bu ses yalnız Margosyan'ın kitabında değil, hala benim de kulaklarımda.
Diyarbakır Surları'nın batı kısmındaki Melik Ahmed semtinde Mevlithan Mustafa Baybur'la konuşuyorum. Semtteki Parlı Cami'yi anlatıyor.
Cami o kadar ünlü ki, minaresinin harcı Diyarbakır çevresinde yetişen güzel kokulu bitkilerle karılmış. Yakın zamana kadar minareye geçirilen kılıf, yalnız Cuma günleri hutbeden önce açılıp, hutbe bitince kapatılırmış; o gün müminlere güzel koku sunsun diye. Cami zaten adını da oradan almış.
O günleri dün gibi anımsayan Baybur daha 14-15 yaşlarındayken Parlı Cami'nin minaresine çıkıp ezan okurmuş. "Bir gün minarenin beyaz taşına çiviyle tarihi kazımıştım. Yıllar sonra oğlum gidip tarihi okumuş: 1959. Geceleri okurdum. Ve gece karanlığında eski bazalt Diyarbakır evlerindeki ışıkların benim sesime çarpılarak bir bir ışıldayıp yandığını minareden fark ederdim. Ertesi gün çarşıya çıktığımda başta Hıristiyan komşularım, dostlarım olmak üzere, kuyumcu Samo, terzi Anto usta, terzi Aziz ve diğerleri 'Kirve sağ olasın, senin sesinle bu gece ihya olduk' derlerdi".
Bu kadar değil tabi Mevlithan Mustafa'nın anlattıkları. Bir de sesinin surlarla sevişmesi var. Onu da dinlemek lazım: "Bilinçli olarak surlara doğru okurdum. O zamanlar hoparlör yoktu. Sesim Urfa Kapı'daki devasa surlara çarpar, bana tekrar geri dönerdi. İşte sesin, surların sırlarıyla hikâyesi de orada gizliydi ve onu ancak ben bilirdim."
Tarihte onlarca uygarlık izlerini bırakmış bu kente ve bugün hepsinin kalıntıları toprak altında. Çıkan eserlerdeki yazıtların bir kısmı anlam ifade etse de, birçoğu okunmaz durumda. Binlerce yıl önce bize bir şey yazmışlarsa da bugün hepsi birer sır.
Eski kentlerin tam da orta yerine denk düşen bir meydanı olur. Meydanda da önemli bir mekânı. Diyarbakır sur içinin de böyle bir yeri var. Kentin ortasında Roma döneminden kalma bir ibadet merkezi. İslam orduları 639 yılında kenti fethedinceye kadar adı Mar Toma Katedrali'ymiş. Süryanilere ait bir katedral. Öncesinde de ateş tapınağı. Şimdi ise adı Ulu Cami. Yani şehir kurulalı beri bir ibadet merkezi.
Ulu Cami'nin bir başka adı da Camii Kebir. Anadolu'nun ilk camisi ve İslam dünyasının beşinci Harem-i Şerifi. Çan kulesini andıran köşeli bir minaresi, çifte şadırvanı ve avlunun orta yerinde de su sarnıcı var. Caminin her cephesi ayrı dönemin yapı ve mimari izlerini taşıyor.
Diyarbakır Surları beş buçuk kilometre uzunluğunda. Kuzeyindeki birkaç yüz metrelik kopukluk dışında surlar hala bütün eski kent bölgesini sarmış. Surların içine girilen kapılar hala ayakta. Mardin Kapı kentin güneye açılan kapısı. Kapının kenarında oturmuş surlardaki kitabelere bakıyorum.
Halife Mu'tezid 899 yılında kenti kuşatıp aldıktan sonra Mardin Kapı civarındaki surların bir bölümünü yıktırır. Fakat 908 yılında, Bizanslıların doğuya yönelmesiyle surlar yeniden onarılır. Surlardaki kitabeler de bu onarımı anlatır.
Yanımda oturanlardan biri bir hikaye anlatıyor. Yüzü Mardin Kapı'ya dönük yaşayan yaşlı ve yalnız bir Diyarbakırlı, kedileri çok severmiş. Bir gün sokakta bulduğu sahipsiz bir kediyi evine götürüp, beslemeye başlamış. Ama sabahları kediyi okşadığında kedinin tüyleri hep soğuk oluyormuş.
Oysa evi sıcacıkmış adamın. Bir akşam kendini uyku haline vermiş adam. Sahibinin uyuduğunu sanan kedi usulca kapıdan süzülüp, surların dışına, oradan da Dicle Nehrinin kıyısına gitmiş; peşinden de ona hissettirmeden, sahibi... Nehrin kıyısına varınca ne görsün adam? Kedi don'undan sıyrılmış insan olmuş. Kendisi gibi kırk kişiyle oturup, binler yıllık kentin sırlarını, surlarının kaderini tartışıyor, şehrin gündelik sorunlarına çözüm arıyor.
İşte o gün, bu gündür Diyarbakır Surları içindeki eski bazalt taşlı evlerde, her evin bir Sarman'ı, bir Samur'u var. O kedilere insanmış gibi davranılıp, ailenin bir bireyiymiş gibi konuşuluyor.
Mardin Kapı'nın yakınlarındaki Kervansaray Oteli 1500'lü yıllarda Deliller Hanı olarak yapılmış. Hacca gidenlere rehberlik yapacak tüm kılavuzlar bu handa toplanırmış. Her rehber kendi hacı grubunu bu son toplanma noktasından alıp, kutsal mekânlara doğru yola çıkarmış.
Yaşamı boyunca Mardin Kapı'dan hiç ayrılmamış, yaşı yetmişlere dayanmış gazcı Musa Tutka surlarıyla sırdaş kentsel mekâna dair tanıklıkları anlatıyor: "Deliller Hanı otel olalı son on yıldır. 1950'li yıllarda askeri işlik olarak kullanılırdı orası. Ve o tarihlerin ünlü futbolcusu Lefter burada askerdi. Rum asıllı Lefter Küçükandoniyandis o günlerin Diyarbakır'ının amatör spor kulüplerinde top da oynardı. Bir kez hiç unutmam, maçın bir devresini Ayspor kulübünde, diğer devresini de Karagücü'nde oynadı. Ve her birine üçer gol atarak, maçın sonucuna kendi imzasını attı."
Fransız sanat tarihçi Profesör Albert Louis Gabriel 1934 yılında Diyarbakır'ı ziyaret etmiş. O dönemde yöneticilerince uygulanan sur yıkımını Ankara'ya raporlamış.
Ve 82 burçlu koca kentin surlarına dair demiş ki "Bu surların burçlarından sadece bir tanesi bizde olsa, bir kentimizi besleriz." Gezgin profesörün dediklerine dönüp baktığımızda 81 illi Türkiye'nin her kentine bir burç düşüyor abad etmek için; bir tanesi de fazladan Diyarbakır'a kalıyor.
Bugün surların korunması ve restorasyonu için birçok çalışma yapılıyor. Fakat "onarım" adıyla yapılan bu projelerin ne kadar doğru yapıldığı hala belirsiz.
Valilik bir süre önce Keçi Burcu'nda yürütülen ve neredeyse son aşamaya gelen çalışmalara müdahale etti. Ama sadece bu burca yüzlerce milyar Türk Lirası harcandı bile.
Gene de çalışmalar birçok kolda devam ediyor. Sur duvarlarının onarımı dışında, surların etrafındaki bir dolu ticari işletmeler de yıkılıyor. Yakın zamana kadar surların yakınından geçildiğinde dahi önündeki yapılardan dolayı surların varlıkları belli olmuyordu.
Gözleri ışıldayan yaşlı bir Diyarbakırlıya yanaşıyorum. "Şükür ki, bugünleri de gördük." diyor gülerek.
"Biz derdik ki, acaba torunlarımız surlarımızın kurtuluşunu yaşayabilecekler mi? Ama işte biz de tanık olduk, onlar da. Uzun yıllardır ilk defa surlarımıza sırtımızı dayayacak kadar yakın olduk. Bu kent yeniden surlarından güç alıyor. Evvel Allah utandırmaz adamı bu surlar ve belimiz artık yere gelmez." (ŞD/BA)
*Bu yazı Atlas dergisinin Nisan 2004 tarihli sayısında yayınlandı.