2025 yılında hüzünlü, öfke dolu, inanılması ve dayanılması zor yıldönümlerinden geçiyoruz. Nisan ve Mayıs ayından beri, Buchenwald toplama kampının kurtuluşunun ve faşist Almanya’ya karşı kazanılan zaferin 80. yıldönümünde, bu zafere layık kutlamaların nasıl engellendiğine, jeopolitik çıkarlar için nasıl kötüye kullanıldığına şahit olmaktayız.
Kurtarıcıların, direnişçilerin ve faşizmin milyonlarca kurbanının onurlu ve gönülden bir anılması yerine, tarihi sorumluluğunu çoktan terk etmiş bir Alman Dışişleri Bakanlığı öncülüğünde ve anmayı kendi çıkarlarına göre düzenleyen Alman ve İsrailli yöneticilerce desteklenen, benzeri görülmemiş bir anmanın siyasi araçsallaştırmasına tanık olduk.
Teslimiyetçi politikaların devamı
Omri Boehm skandalını hatırlatarak başlayalım: Bir hümanist ve Holokost’tan kurtulan birinin torunu olan Yahudi asıllı filozof Omri Boehm, Buchenwald toplama kampının kurtuluşunun 80. yıldönümünü anma töreninde bir konuşma yapacaktı. Fakat İsrail hükümetinin yoğun baskıları sonucu kendisine yapılan davet geri çekildi. Bu davetiye resmen “ertelenmiş” olsa da, aslında bu durum, çoktandır Holokost’u mevcut işgal politikası için her zamanki gibi kötüye kullanmaya devam eden otoriter, faşist Netanyahu hükümetine destek çıkan, teslimiyetçi politikaların bir devamıdır.
Çünkü Boehm, Alman devleti için söylenmesi mümkün olmayan bir şeyi söylemeye cesaret etmişti: Kendisine göre mağdur rolünde Yahudilere özgü bir ayrıcalık olmamalıdır; Filistinliler de onur ve anılma hakkına sahiptirler. Kendisi evrensel değerlerin seçici bir şekilde uygulanamayacağından bahseden bir şahıs. İşte tam da bu yüzden kendisi bu anma merasiminden kovulmuştur. Alman Dışişleri Bakanlığı bu durumu ahlaki bir sorumluluk meselesi gibi değil, aksine sanki bir dış politika zorunluluğuymuş gibi geçiştirmeye çalıştı. İnsan haklarını savunan bir Yahudi filozofun, Almanya’da Holokost anma etkinliğinde konuşmasının engellenmesi! – Bu, faşizmin gaddarlığından kurtulanlara, tüm anti-faşistlere, insanlığa bağlılığını hisseden herkese atılmış bir tokattan başka bir şey değildir.
Burada yaşanan şey çifte ihanettir: Hafızaya ve düzgün duruşa olan ihanet. Komünist, Yahudi ve uluslararası direnişçilerin hayatlarını tehlikeye atarak kendi kurtuluşlarını örgütledikleri Buchenwald, Dışişleri Bakanlığı’nın baskı mekânı haline geldi. Güncel dış politikaya uyum sağlamak için tarihin içi boşaltıldı. Hümanizm, rahatsız edici olduğu için anma törenlerinden kovuldu.
Bilinçli ve kasıtlı bir siyasi dışlama eylemi
İktidar süreci bitmiş sayılabilecek Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un, giderayak soykırımcı Netanyahu iktidarı lehine yaptığı yalakalıklar yeni bir şey değil. Fakat Baerbock’un tiksindiriciliği ile tavan delen, Boehm’i dıştalayan bu tavrı, bizlere Nazilerin tarihte arada sırada uyguladığı pratiği hatırlatıyor. Nazi döneminde de Yahudi nüfus “iyi Yahudi” ve “kötü Yahudi” diye bir elemeden geçiyordu ve bu eleme şu anda hala uygulamada. Almanya’daki üniversitelerde, meydanlarda, yürüyüşlerde, eylemlerde, toplantı salonlarında Filistinlilerle beraber dayanışma gösteren Yahudi asıllı insanlar devletin, polisin, yargının şiddetine maruz kalmakta. Hatta bu insanların bazıları ulaşmış oldukları mevkilerden uzaklaştırılmakta, işten atılmaktadırlar.
Alman Dışişleri Bakanlığı’nın 11 Nisan 2025’te Buchenwald’da gösterdiği tiksindirici tavır, faşizmden kurtulmanın ve faşizmin yenilmesinin sembolik bir günü olarak kabul edilen 8 Mayıs günü için de devam ettirilmekte. Annalena Baerbock, son derece gizli bir iç genelgede, anma etkinliklerine ne federal, ne eyalet, ne de yerel düzeyde hiçbir Rus veya Belarus diplomatının davet edilmemesini dikte etmiş durumda. Dahası, bu ülkelerin temsilcileri anıt alanlarda, mezarlıklarda daha önce haber vermeden görülürlerse, meclisin yetkisi onları davetsiz bırakmak, yani dışarı atmak, merasimleri engellemek için kullanılabilir - hatta burada polis gücü bile kullanılmalıdır.
Burada bir yanlış anlama söz konusu değil. Bu, bilinçli, kasıtlı bir siyasi dışlama eylemidir; herhangi bir devleti değil, 1945’te Alman faşizmine karşı mücadelede en büyük can bedelini Kızıl Ordu’nun ödediği devleti hedefleyen bir dışlamadır. Leningrad ve Stalingrad’dan Minsk’e, Kiev’den Sivastopol’a kadar onlarca büyük kenti, binlerce köyü Nazi orduları yerle bir etmiştir. 27 milyondan fazla Sovyet vatandaşı öldürülmüştür. Bu sayıdan birkaç kere daha fazla Sovyet insanı sakat kalmış, yetim büyümüş, hayatları boyunca bir travmayı beraberinde taşımıştır.
Aktif bir tarih revizyonizmi
Sovyet toprakları ve halkları, Alman imha savaşının başlıca sahnesini oluşturmuştur. Bu bedeli Nazi Almanyası’na karşı mücadele eden başka hiçbir müttefik ülke ödememiştir. İnsanlık tarihinde, bir ülkeye ve nüfusuna karşı dört yıl bile sürmeyen bir süreç içinde yaşatılan bu gaddarlığın ve tahribin boyutu eşsizdir. Ve bugünlerde, 80 yıl sonra, Federal Almanya Cumhuriyeti, bu kurbanların çocuklarına, torunlarına anma törenlerini engellemeye, yasaklamaya çalışıyor. Bir anma merasimi için katillerin torunlarından daha önce izin almak gerekiyormuş!
Özellikle Brandenburg ve Berlin’deki birçok belediye, Baerbock’un bu talimatına emir alan itaatkarlar gibi uymuş durumdalar. Rus büyükelçisi birçok yerde resmen karşılanmadı, çelenkler bırakılamadı, konuşmalar yapılamadı. Berlin’de savaşın bitimine birkaç gün kala Sovyet ordusu ile Nazi güçleri arasında en son büyük çatışmaların yaşandığı Seelow’da, tarihi gerçeği açıkça savunmaya cesaret eden çok az kişi çıktı. İlçe Yöneticisi Gernot Schmidt, tüm basılara rağmen durumu “O zamanlar kıçımızı kim kurtardı?” diye özetledi. Ama onun bu tutumu kural değil, ne yazık ki bir istisnadır.
Seelow, Berlin’in yaklaşık 70 kilometre doğusunda, Brandenburg’daki Oderbruch’un kıyısında yer almaktadır. Nisan 1945’te Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’nın belirleyici muharebelerinden biri burada yaşanmıştır ve bu tarihe “Seelow Tepeleri Muharebesi” diye geçmiştir. Stratejik açıdan önemli olan bu tepe, Nazi ordusu Wehrmacht’ın Berlin’e kadar uzanan son büyük savunma hattını oluşturuyordu. 16-19 Nisan 1945 tarihleri arasında Mareşal Georgi Jukov komutasındaki yaklaşık bir milyon Kızıl Ordu askeri, 120 bin civarındaki Alman savunmacısına karşı burada savaştı. Kızıl Ordu ağır kayıplar verdi (30 binden fazla ölü), ancak hattı yarmayı başardı ve böylece Berlin’e giden yol açıldı. On gün sonra Berlin düştü.
Burada yaşanan sadece ahlaki bir erozyon değildir; aynı zamanda aktif bir tarih revizyonizmidir. Anti-faşist mücadelenin tarihi yeniden yazılıyor, seçiliyor ve içi boşaltılıyor. Bir zamanlar kurtuluştan söz ediliyordu, bugün ise buna “Rus propagandası” denilmekte. Kızıl Ordu bir zamanlar kurtarıcı olarak kutlanırken, artık bir tehdit olarak tanımlanıyor. Eskiden “Bir daha asla savaş yok” denirken, bugün “Savaşa yatkınlık bir vatandaşlık görevidir” deniyor.
Yeni Alman militarizmi ve anma siyaseti
Baerbock’un ilkelliği, dengesizliği ve zekâsı dillere destan, fakat burada söz konusu olan durum basit bir siyasi dengesizlik değil. Bu, anmanın bilinçli ve kontrollü bir şekilde yeniden kodlanmasıdır ve Dışişleri Bakanlığı bu konuda merkezi bir rol oynamaktadır. Yani yakında gelecek olan Friedrich Merz ve SPD koalisyonu da bu kodlamaları devam ettirecektir. Gelecek yeni Dışişleri Bakanı Johann Wadephul’un “Rusya bizim için her zaman düşman kalmaya devam edecektir” açıklaması bunun bir belirtisi.
Önümüzdeki hükümetin dış politikası Baerbock’un izinde, anmayı dış politikada kullanılabilecek NATO uyumlu bir araca dönüştürmeye çalışacaktır ve bunun içinde kendi geçmişiyle bağlarını koparmaktan çekinmeyecektir. Böyle bir politika, “değer temelli diplomasi”nin değil, ikiyüzlülüğün, bağımlılık ve sömürgeci düşüncenin yeni bir kisve altında ifadesidir. Ve buna karşı çıkan herkes -ister Omri Boehm, ister Gernot Schmidt, isterse Seelow’dan bir anti-faşist gazi olsun- artık takdir edilmeyecektir, hatta hep izole edilecektir. 1945’ten sonra Almanya’da yavaş yavaş, emekle, acılarla gelişen anma kültürü, artık şehir manzarasına uymayan bir anıt gibi yeni Alman militarizmi tarafından aşındırılmaya devam edilecektir. Özellikle görev süreci bitmiş olan Trafik Işığı koalisyonu tarafından çoktan kırbaçlanmaya başlanan Alman militarizmi için hafızalar gasp edilmeye, yeniden uyarlanmaya, işlevselleştirilmeye devam edilecektir.
Şimdi görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği’nin belirleyici rolünü anmayı engelleyen; bütün insanların insan haklarını bize hatırlattıkları için Yahudi aydınlarını aşağılayan; jeopolitik çatışma uğruna anti-faşist tarihi pazarlık konusu yapanlara, Auschwitz, Buchenwald, Stalingrad, 8 Mayıs gibi konularla ilgili anmaların evrensel, açık ve gerçek olması gerektiğini burunlarına sürtmek gerekir. Bugün kimin yas tutmaya layık olduğunu belirlemek, Ukrayna savaşında Rusya’yı tahrip etmekten bahseden, kurtarıcıları düşman ilan eden, Nazi ordusunda rol almış dedesiyle kıvanç duyan Baerbock gibi şahıslara bırakılamaz.
Tarihimize sahip çıkalım
Jeopolitik çıkarlara, ikiyüzlü hükümet açıklamalarına, medyanın yarattığı düşman imajlarına karşı hafızamızı sürekli canlı tutmamız gerekiyor. Anti-faşist hafıza ulusal bir mülkiyet değildir, bu hafıza enternasyonaldir, sosyalisttir, insanidir. Ve onu savunanlara, hatta iktidara karşı bile savunanlara aittir.
Buchenwald’ı, 8 Mayıs’ı anmak siyasi bir seçim sahnesi değildir; bu, evrensel bir mirastır. Ona ihanet eden, insanlığa ihanet etmiş olur.
Bir dönüm noktası yaşıyoruz, ama siyasi yenilenme anlamında değil. Bu, tarihsel revizyonizme, yeniden silahlanmaya ve dayanışma eksikliğine doğru bir dönüm noktasıdır. Bunu kabul etmeyi reddeden, hakikati savunan herkes karalanacak, marjinalleştirilmeye itilecek ya da basitçe görmezden gelinecektir. Fakat biz unutmayacağız. Stalingrad’ı, Leningrad’ı, Auschwitz’i, Buchenwald’ı ve Nazilerin daha birçok başka yerde yarattıkları canavarlıkları unutmuyoruz. Ve bu savaşı kimin kazandığını da unutmuyoruz.
8 Mayıs bir kurtuluş günüydü ve bu gün için kan, gözyaşı ve cesaretle savaşan Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği olmadan, Kızıl Ordu olmadan, üniformalı ve sivil kıyafetli anti-faşist savaşçılar olmadan, komünistler ve partizanlar olmadan - hepsi olmadan, anılacak hiçbir şey olmazdı.
Bu 8 Mayıs’ı ikiyüzlülere bırakmayalım. Tarihimize sahip çıkalım ve bunu yüksek sesle haykıralım: Spasibo! Teşekkürümüz sadece bütün dünya kıtalarında faşizme karşı mücadele verip ağır bedeller ödeyen ve sonuçta 8 Mayıs’ta galip gelen dünya halklarına değil; ayrıca ve özellikle Sovyetler Birliği’ne ve halklarınadır. Fedakârlığınızı asla unutmayacağız, unutturmayacağız, yaşatacağız.
(CO/VC)