- Ali Fuat Okan'ın SBF-DER’li dostları
1 Mayıs önemli bir gün. 1 Mayıs hasretlik çektiklerimizle buluşmak için de güzel bir gün. 1 Mayıs 1976’da Ali Fuat Okan’ı öldürdüler! Ali Fuat Feriköy’de yatıyor! Dostları, yoldaşları, sevenleri her yıl olduğu gibi bu yıl da ona gidecekler. 1 Mayıs alanına geçmeden önce Ali Fuat’la birlikte orada yatan Behçet Dinlerer, Sedat Göçmen, Berkin Elvan ve diğer tüm devrimcilere selam verecekler.

Bir fotoğraf sadece sureti yansıtmaz. Bazen çok daha fazlasını da gösterir. Sevgiyi, dostluğu, mücadeleyi, cesareti, inancı ve daha pek çok şeyi anlatır. Tıpkı 1976 Mayıs’ının başında çekilmiş iki fotoğrafın yaptığı gibi…
İlk fotoğraf 1 Mayıs 1976’ya ait. Ankara’dan gelen üniversiteli öğrenciler İşçi ve Emekçi Bayramı’nı kutlamak için Beşiktaş’tan Taksim’e yürüyor. Devrimci ve demokrat binlerce öğrenci AYÖD ( Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) pankartının ardında toplanmış. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (Mülkiye) okuyan SBF-DER’li öğrenciler yürüyüşün başını çekiyor. Mülkiyeli iki öğrenci Ali Fuat Okan ve Sedat Göçmen de o kortejde. Fotoğraftan seçilmiyor ama belki de yan yanalar ve el ele tutuşmuşlar.

İkinci fotoğraf üç gün sonrasına ait. Bir cenaze alayı yürüyor. Ali Fuat Okan’ın cenazesi!
1 Mayıs yürüyüşüne katılan Ali Fuat Okan, aynı günün akşamı faşistler tarafından vurularak öldürüldü. Daha 21 yaşındaydı. Onun resmiyle birlikte çelenkleri taşıyan gençlerin avuçlarında daha üç gün önce elini tuttukları arkadaşlarının sıcaklığı duruyor. Üzerinden neredeyse yarım asır geçmiş olmasına rağmen soğumamış bir sıcaklık bu, fotoğrafa bakana kadar ulaşıyor. Slogan atarken açılmış ağızlar fotoğrafta donmuş kalmış. Şişli Camii’nden Feriköy Mezarlığı’na kadar yeri göğü inleten gençlerin sesi oradan bize ulaşıyor: “Ali Fuat Okan Ölümsüzdür!”
Sol başta, bakışları Ali Fuat’ın fotoğrafına kilitlenmiş, gür bıyıklarıyla dikkat çeken, dal gibi bir genç yürüyor; Sedat Göçmen. Onun fotoğrafı da konuşuyor; “Sana nasıl kıydılar!”
Gençlerin yüzündeki fotoğraf üç günde değişmiş. İlk fotoğraftaki umut ve coşkunun yerini ikinci fotoğrafta acı ve öfke almış. Ama sevgi, dostluk, mücadele, cesaret ve inanç biçim değiştirmemiş, sadece artmış.
Bu iki fotoğrafta sureti görülmeyen, ama dostluğuyla, sevgisiyle, mücadelesiyle bu yazıdaki ana kahramanlardan olan biri daha var: Behçet Dinlerer.
Tarihin görünmez bağlarıyla bağlanmış üç insan
Ali Fuat, Sedat ve Behçet… Bu üç insanı tarih görünmez bağlarıyla bağlamış sanki. Ve aslında bu yazı, onların olduğu kadar bir kuşağın da hikayesi.
1 Mayıs 1976’da öldürülen Ali Fuat’ın adı ve anısı hiç unutulmadı. Pek çok arkadaşı doğan çocuklarına arkadaşlarının anısını yaşatmak için onun adını verdi. Bunlardan birisi de onun ODTÜ’lü devrimci arkadaşları Behçet Dinlerer ve Ayşegül Devecioğlu çiftiydi. Ama Behçet, oğlunun büyüdüğünü göremedi, çünkü işkencede öldürüldü! Ankara Emniyeti’nde günlerce gördüğü işkenceler sonucu 13 Aralık 1980’de yaşamını yitirdiğinde daha 26 yaşındaydı.

Behçet, oğlu Ali Fuat’ı koklamaya doyamadı, büyüdüğünü göremedi ama oğluna adını verdiği arkadaşı Ali Fuat’ın mezarının az ötesinde toprağa verildi cenazesi. Ali Fuat ve Behçet yaşamlarında olduğu gibi sonsuz uykularında da birbirlerine yoldaş oluyorlar.
Sedat Göçmen, gencecik yaşta kaybettiği tüm arkadaşlarının acısını hep içinde taşıdı. Yoldaş olduğu kadar yakın arkadaşları da olan Ali Fuat ve Behçet’i kaybetmek onun devrimciliğe bakışını da etkiledi. Onlar öldükten sonra yaşamak, artık hem bir mahcubiyet hem de bir mecburiyetti! Ali Fuat ve Behçet’in düşleri yaşatılmalı, kavgaları devam etmeliydi. Devrimci mücadelesini sürdürürken, cezaevlerinde direnirken, tüm insan ilişkilerinde, hayata bakışında onlar hep yanı başındaydı.
Son savaşını “faşist” ismini taktığı kansere karşı veren Sedat Göçmen üç ay önce 28 Ocak’ta hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 30 Ocak’ta Feriköy Mezarlığı’nda toprak ananın kucağına bırakıldı. Yıllardır özlediği Ali Fuat ve Behçet’le orada buluştu!
Hikaye hepsine ait, ama bu yazı daha çok Ali Fuat üzerine yazıldı. Çünkü bugün 1 Mayıs!
1 Mayıslarda toprağa düşenlerden bir can: Ali Fuat Okan
Yılları değişse de gülüşleri 1 Mayıs’ta çalınan ne çok canımız var bizim. Şişli Meydanı’nda vurulan ve adlarına türkü yakılan “üç kız”, 1977’de resmi kayıtlara “34 ölü” olarak geçen katliam, 1989’da vurulan işçi Akif Dalcı… Ve daha niceleri…
Yazılanlardan bildiğimiz kadarıyla, 1 Mayıs’ın ilk kayıpları 1976’da yaşandı. Ankara Üniversitesi SBF öğrencisi Ali Fuat Okan, 1 Mayıs kutlamasından döndüğü akşam Fındıkzade’de bir otobüs durağında faşistler tarafından ateş açılarak öldürüldü. Devrimci bir işçi olan Mehmet Kocadağ yine kutlamalardan dönüşte kontrgerilla tarafından kaçırılıp öldürüldü ve işkence görmüş bedeni Kasımpaşa’da bir sokağa bırakıldı. Aslında burada 1 Mayıs tarihinde olmasa da 1 Mayıs için ölmüş bir canı daha anmak gerekiyor. Kadıköy Mimarlık Mühendislik Okulu öğrencisi Mehmet Dağbaşı, 30 Nisan’da 1 Mayıs afişi asarken öldürüldü. Üçü de daha yirmili yaşlarının başlarındaydı.
Gencecik yaşta toprağa düşen bu üç fidandan biri olan Ali Fuat Okan, liseyi Darüşşafaka’da bitirip Mülkiye’ye giden devrimci bir genç. Henüz ikinci sınıfta bile AYÖD’ün denetleme kurulu, SBF-DER’in de yönetim kurulu üyesi olacak kadar da örgütlü ve bilinçli. Okul arkadaşı Füsun Çiçekoğlu, Ali Fuat’ı anlatırken onun kişisel yanlarıyla birlikte, içinde yer aldıkları topluluğun profilini de çiziyor adeta. O gençler yalnızca “romantik devrimciler” değillerdi, aynı zamanda eğlenceli, çalışkan ve entelektüel açıdan çok birikimli insanlardı.
‘Siyasal'a 1974’te girdiğimde tanıştığım üç Darüşşafakalı arkadaşla birlikte Aşama Dergi'de düzelti yapmaya başlamıştık. Bu arkadaşlardan biri Ali Fuat'tı. Ali Fuat, Necatibey Caddesi’ndeki bir apartmandaki Aşama Dergi bürosunun bir odasında masanın etrafına toplandığımızda ince esprileri, dudağının kenarına iliştirdiği gülümsemesiyle kendimizi çok ciddiye aldığımız, asık suratlı zamanlarımızın neşesiydi. O masanın üzerine serilen gazetelerdeki haberler, sabahları simit ve çaylara, öğlenleri daracık mutfakta nöbetleşe yaptığımız menemenlere altyazı olur, Ali Fuat’ın bir cümlesiyle başlayan gülüşmelerimize eşlik ederdi. O günlerde gazetelerdeki haberler henüz arkadaşlarımızın soluk fotoğrafları altındaki 1950’li doğum yıllarının ardından gelen 1970’li yıllardaki ölüm tarihlerini çok da sıklıkla vermiyordu henüz, demek ki, gülebiliyorduk birlikte… Masadaki gazeteler kaldırıldıktan, gülüş ahenk sohbetlere ara verdikten sonra düzelti görevimizin başına otururduk. Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar kitabının çevirisinin düzeltisinin ne kadar ağır bir görev olduğunu kavrıyor muyduk emin değilim ama her bir cümlenin çeviri veya yazım hatalarından arındırılması için büyük bir ciddiyetle işe koyuluyor, kahkahaları çay ve menemen sohbetlerine bırakıyorduk. Kitabın her cümlesinde Lenin’e hayranlığımız artıyor, idealizmin ve bilinemezciliğin tuzaklarına düşmeyeceğimize dair birbirimize güvenimiz tazeleniyordu. Kitaptaki şu cümlenin güzelliğine bak diyordu aramızdan biri: “idealizmin ve bilinemezciliğin eski yanılgılarını gizlemek için yeni hileler, yeni terimler ve yeni kurnazlıklar kullanan ampiryokritisizm”…
Ali Fuat Okan’ın mezar taşının üzerinde, Can Yücel’in Deniz Gezmiş için yazdığı, ama aslında “idealizme ve bilinemezciliğe” meydan okuyan tüm devrimcileri de anlatan şu dizeler kazılı.
En uzun koşuysa elbet devrim
O onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi
Dudaklarıyla birlikte gözlerinin içi gülen insanlardan Ali Fuat, mezar taşının üzerindeki siyah beyaz fotoğrafında da görülüyor bu. Onun neşesini oda ve yurt arkadaşı Ferit Çengelli SBF-DER sayfasında şöyle anlatıyor:
“Ali Fuat’la Cebeci Cumhuriyet Yurdunda kalıyorduk. Onunla ayni dönem mezun olup SBF’ye gelen o çok sevdiğimiz diğer Darüşşafakalı arkadaşlar, yurdun cepheden bakınca en soldaki büyük, köşe odalarından birine yerleşmişlerdi.
Yurtta oda misafirlikleri bolca olur. Onların odası da çok misafiri olan şenlikli odalardan biriydi. Bunda odada yemek yapılmasının hiçbir etkisi yoktur diyemiyorum.
Yemek esnasında gırgır, şamata, espriler, şakalar havada uçuşurdu. Darüşşafakalılar ta liseden beri birbirlerini tanıyarak o günlere geldiklerinden, kendi aralarındaki konuşmalar, espriler daha iğneli, daha çuvaldızlı olurdu.
Ali Fuat’la ilgili hep fotoğraf kareleri gözlerimin önüne gelir; yurtta kantinde oturulmuş yemek yeniyor, bir yandan da bir konu bulunmuş, esprilerle karışık tartışılıyor..Ya da merdivenlerde karşılaşmışız şakayla karışık yumruklaşıp geçiyoruz..gecenin bir vakti kaç kişiysek artık, yazılamadan dönülmüş, herkes yorgun, çay demlenmiş içiliyor, bir mavra konusu da hemen bulunmuş, Ali Fuat o kendine has stiliyle, hafif öne eğilmiş kıs kıs gülüyor..
Ali Fuat’ın karikatüre çok elverişli bir yüzü vardı. Değişik versiyonlarda çizip onu kızdırmaya çalışırdım. Ama o bir türlü kızmazdı.
Keşke şimdi, dudağının kenarında eğreti ve muzip gülümsemesi, koyu renkli gözlük camlarının ardından zor seçilen gülen gözleriyle, o yeşil bir dal gibi gencecik haliyle, bir yerlerden karşımıza çıkıp ‘ Yahu amma yaşlanmışsınız be’ diyerek o bizi kızdırsa...”
Ali Fuat’ın katledilmesini anlatırken, genel olarak memleketin, özel olarak Ankara’nın atmosferinden de söz etmek gerekiyor. 12 Mart muhtırasının yarattığı hava memleketin üstünde ağır bir kurşun gibi duruyordu. Ülkenin her yerinde olduğu gibi üniversiteler de abluka altındaydı.
Mülkiye’de 1 Mart’tan itibaren polis işgaline karşı sürdürülen bir direniş var. Temel slogan; “Can Güvenliği, Öğrenim Özgürlüğü”
8 Nisan 1976 günü okula yönelik faşist saldırıda üç öğrenci vuruldu. Yaralı öğrencilerden Hakan Yurdakuler kurtarılamadı. Yurdakuler’in ölüm haberiyle Ankara’da tüm devrimci demokrat öğrenciler Cebeci’de toplanıp Kurtuluş’a doğru yürürken polis önlerini kesti. Kitlenin üzerine açılan ateş sonucu Burhan Barın ve Eşari Oran isimli öğrenciler yaşamını yitirirken, 50’den fazla kişi de yaralandı. 10 Nisan’da yapılan ve on binlerce insanın katıldığı cenaze töreni faşist saldırılara karşı adeta bir mitinge dönüştü.
İşte böylesi bir atmosferde Ankaralı öğrenciler 1 Mayıs’ı kitlesel olarak kutlamak için İstanbul’a gitmeye karar veriyor. Vurulup düşen arkadaşlarının acısı henüz çok taze. Ama onların hesabını sormak için mücadele etmek gerektiğine inançları da sapasağlam.
Mücadelenin sembollerinden birisi de 1 Mayıs. O halde 1 Mayıs’ta İstanbul’daki kitlesel kutlamaya katılmak gerek, dosta da düşmana da varlığını hissettirmek gerek! Ama İstanbul’da gövde gösterisi yapacağız derken Ankara’yı da sahipsiz bırakmamalı. Mevzileri yani okulları ve yurtları korumak için bazı öğrenciler “görevli” olarak Ankara’da kalmak zorunda. Ali Fuat Okan, SBF-DER seçimlerinde kendi gruplarının kazanması için en fazla emek verenlerden biri. Seçimin fark atılarak kazanılması da onun İstanbul’a giden otobüste yerini garantiliyor adeta.
AYÖD pankartını taşıyan öğrencilerin Dolmabahçe’den Taksim’de yürüdüğü kortej bir fotoğrafla ölümsüzleşti. Bu fotoğraf zamanla yalnızca o gençler için değil tüm 1 Mayıslar için bile sembol haline geldi.
Vurulup düşen arkadaşların acısı taptaze ama onların hesabının sorulacağının inancıyla, aynı zamanda el ele, yoldaşlık duygusuyla ve umutla yürüyor gencecik çocuklar.
Coşkuyla kutlanıyor 1 Mayıs. Gazete kupürlerine bakılırsa aynı zamanda “olaysız”.
Ankara’dan gece uyumadan yol gelen gençlerin üzerine miting yorgunluğu da eklenince bir kısmı geceyi İstanbul’da geçirmeye karar veriyor. Kimi arkadaşlarının evlerine kimi ise yine öğrenci yurtlarına misafir olarak gidiyor. Bundan sonra olanları Ali Fuat vurulduğunda yanında olan ve onu hastaneye yetiştirmeye çalışan arkadaşı Yunus Isın yine SBF-DER sayfasında anlatıyor.
“Mitingden sonra Ali Fuat’a evine uğrayıp annesini ziyaret etmesini öneriyoruz. Biz biraz dolaşacağız akşam hareket saatine kadar. Kabul etmiyor. Ben sizi dolaştırırım, ev sahibiyim diyor. Ayrılmıyor.
Çiçek Pasajının önünden geçiyoruz, içerisi girilemeyecek kadar dolu, giremiyoruz. Beyoğlu’nda dolaşıyoruz, ardından biraz dinlenmek için diğer guruplarla birlikte Niğde Yurdu’na gitmeye karar veriyoruz.
Yeni Arkadaşlarla tanışıyoruz orada. Misafir ediyorlar. Yemekler yeniyor, hızlı bir şekilde. Ankara ve İstanbul’daki gençlik mücadelesi konuşuluyor.
Akşam yurttan çıkıyoruz. Hava kararmış. İstanbullu bir arkadaş bizi otobüs durağına getiriyor. Fındıkzade meydanında otobüs bekliyoruz. Ansızın elektrikler kesiliyor, meydanın lambaları sönüyor. Ardından sırtımıza kurşun yağıyor. Dağılıyor ve yere yatıyoruz. Sesler kesiliyor, karanlıkta birbirimize bağırıyoruz. “Ülkü, Hamdi, Mehmet Ali …” İsimlerini saydığımız arkadaşlar ses veriyor. “Ali Fuat nerede” diye bağırıyor bir arkadaş. Ali Fuat yatıyor biraz ileride, koşuyoruz, hareket etmiyor. Karanlıkta meydan bomboş kalmış. Biz şaşkın bağırıyoruz koşuyoruz, atlıyoruz bir taksinin önüne, durduruyoruz. Ali Fuat’ı yatırıyoruz taksinin arka koltuğuna. Yaşıyor, ama konuşmuyor.
Taksi uçarak gidiyor Cerrahpaşa Hastanesine. Hemen acil servise alıyorlar. LİSE DER’li bir arkadaş var yanımda. Bekliyoruz kapıda. Ne kadar bekliyoruz hatırlamıyorum. Genç bir asistan çıkıyor dışarı, ”Kaybettik maalesef” diyor. Her şey yok oluyor zihnimde. Bir boşluk, simsiyah… Acı… İçim yanıyor… İçimiz yanıyor… Dağlanıyoruz… Kanıyoruz…”
İnsan tuhaf bir varlık; hem bir kurşun yarasından ölebiliyor hem de kanaya kanaya yaşayabiliyor! Ali Fuat’ın yüreklerde açtığı yara tam 49 yıldır kanıyor!
Kanamanın devam etme nedeni biraz da yarayı taşıyan insanların unutmaya bilinçli olarak izin vermemesi, kabuğunu kaldırıp kaldırıp bakması. Elbette acıyı sevmekten kaynaklanmıyor bu. Sanki yara iyileşirse, izi de zamanla silinir ve anılar unutulur korkusu… Hatta “o ölmüşken ben yaşıyorum” duygusunun mantıksız suçluluğu. Füsun Çiçekoğlu belki de bu duyguyla öldürülen arkadaşının fotoğrafını yıllarca yanından ayırmadı.
"Gazetelerde Ali Fuat’ın öldürüldüğü haberi şu sözlerle yer aldı: “Fındıkzade’de Kocaeli Öğrenci Yurdu önündeki otobüs durağında kurşunlanan Siyasal Bilgiler Fakültesi 2. Sınıf Öğrencisi...Haberin fotoğrafını kesip yıllarca cüzdanımda taşıdım. Ali Fuat’ın cebinden 56.75 kuruş para, anahtar, şebeke ve gözlük çıktığı yazıyordu fotoğraf yazısında. Hani Aşama Dergi’de çalışırken, “çıkar şu gözlükleri gözlerini göremiyoruz” diye Ali Fuat’a takıldığımız gözlük... Kimliği belirsiz kişilerce öldürülen diyordu bir de fotoğraf altyazısında. Biliyorduk oysa, İstanbul’daki 1 Mayıs mitingi dağıldıktan sonra faşistlerce öldürülmüştü Ali Fuat.

Julio Cortazar’ın "Gazete Kesikleri" öyküsü Arjantin’e dairdir ama tüm siyasal ve coğrafi enlemlerde süren şiddeti hikaye eder. Öyküdeki yontucu, yontularının fotoğraflarından derlenecek albüme bir metin yazmasını ister yazardan. Yazar, yontucunun da yapmayı hedeflediği gibi yaşanmakta olan dehşeti yansıtırken şiddete uzak bir dil kurmak ister. Yontucu, "anılarımız öylesine kan yüklü ki bazen bu kana bir sınır koymaya, selinde boğulmamak için kana bir kanal oymaya kalkıştığımızda suçluluk duyuyoruz" diyerek ona hak verir ve Arjantin'den dostlarının gönderdiği, Paris gazetelerinde yayımlanan haberlerin kesiklerini gösterir yazara. Gazete kesiklerindeki şiddetin acısı sözün bittiği, yontunun parçalandığı bir yere getirir o gece iki sanatçıyı.
Ali Fuat’ın fotoğrafını taşıdığım cüzdan çalındığında, hiç bir şeye değil o fotoğrafın kaybolduğuna yanmıştım. Geçen gün bir gazete arşivinden ortaya çıkınca, Cortazar’ın öyküsündeki gibi anılarımızın ne kadar kan yüklü olduğunu, biz o yıllardan arda kalanların kendimizden yeniden bir yontu yaratmaya çalışma çabalarının nafileliğini ve gidenlere hasretimi yeniden iliklerimde hissettim.”
Devrimciler ölmez, onlar “diri”lerden daha canlıdır
1 Mayıs hasretlik çektiklerimizle buluşmak için güzel bir gün. 1 Mayıs unutulmaz bir gün. 1 Mayıs 1976’da Ali Fuat’ı öldürdüler! Ali Fuat Feriköy’de yatıyor!
Yaraları kanayan ve ruhlarının bir kısmı ölen arkadaşlarının yaşında kalan bir grup insan, yirmi yıla yakın bir süredir 1 Mayıs’ta kutlama alanına gitmeden önce Feriköy Mezarlığı’na uğramayı gelenek haline getirdi. Alandaki kutlamalara gitmeden önce Ali Fuat Okan ve onun az ötesinde yatan Behçet Dinlerer’e selam veriliyor. Son 10 yıldır bu anmalara Gezi Direnişi’nin güzel çocuğu Berkin Elvan da katılmıştı. Sedat Göçmen’in başından beri katıldığı, geçen yıl hastanede olduğu için gidemediğine üzüldüğü bu anma, artık kendisinin de anması olacak. Arkadaşları Feriköy’e gidince, onun altında yattığı toprağın başında da toplanacak.
Aslında pek çok devrimci ve demokratın mezarı var Feriköy’de. Sedat Göçmen’den 10 gün kadar sonra Türkiye’nin sosyalist çınarlarından Sevim Belli, Feriköy’de eşi Mihri Belli’nin yanında toprağa verildi. İlk TKP’nin lider kadroları, Şefik Hüsnü, Mehmet Bozışık, Reşat Fuat Baraner ve eşi yazar Suat Derviş gibi pek çok isimle birlikte, işkencede öldürülen Süleyman Cihan, 12 Eylül karanlığında cezaevindekilerin dışarıdaki sesi soluğu olan, tutuklu ve yakınlarının ablası Didar Şensoy, ölüm orucunda yaşamını yitiren Grup Yorum üyesi Helin Bölek gibi pek çok devrimci burada yatıyor. Yani yıldızlar ülkesine uğurladığımız canlarımız Feriköy’de de yalnız değiller.
Belki fiziksel olarak her seferinde hepsinin mezarlarını ziyaret etmek mümkün değil. Ama yılda bir kere de olsa orada buluşmak, onların isimlerini saymak, varlıklarını hatırlatmak da önemli. Onları yaşatmak demek aynı zamanda onları anlatmak, yazmak, seslerini ve suretlerini de unutturmamak demek. Ayrıca hatırlamak onlar için değil, daha çok kendimiz için yaptığımız çaba. Çünkü onların sesi hala pek çok “diri”den daha canlı! İnanmayan varsa, Edip Cansever’in Kızıldere’de katledilen devrimciler için yazdığı ve aslında tüm devrimcileri de anlatan şiirini şuraya bırakalım: “Ölü mü denir şimdi onlara!”
ÖLÜ MÜ DENİR
Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.
Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
Dudakları nemli
Son defa kendi etini öpüp
Yani son defa gerçek bir insan etini
Hazla kapanmışlar öyle
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara.
Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha.
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.
Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.