"Zıpla!", direniş mi performans mı?

Coşkuyla değil baskıyla yankılanan bir slogan, kimin bu dünyaya ait olup olmadığını fısıldıyor.
Ve biz o fısıltıyı, kalabalığın alkışına karıştırarak duymazdan geliyoruz.
“Zıpla zıpla!” sloganı pek sevildi, pek tutuldu. Çünkü enerjik, eğlenceli, harekete geçirici, motive edici ve hemen oracıkta gözle görülür bir birlikteliği ifade edebiliyor. Bu yüzden böyle etkili ifadeler; hızlıca sloganlaşır, sonra da sorgulanmadan tekrar edilir, Kalabalık kendiliğinden ritim tutar, Ama tekrar edildikçe bir şey daha yapar: belli bir bedeni merkeze koyar, diğerlerini sessizce dışarı atar.
Zıpla”, ne kadar coşkulu görünürse görünsün, alt metniyle bir sınır çiziyor. Bu sınır, görünmeyenin, zıplayamayanın, ritme giremeyenin ötekileştirilmesiyle kuruluyor.
Her şeyden önce bu slogan bir çağrı değil, bir emir. . Bedenin nasıl olması, nasıl davranması, nasıl görünmesi gerektiğini dayatan bir norm. Zıplayabilen bir beden düşünülüyor: genç, atak, enerjik, senkronize, hareket etmeye hazır, fiziki olarak uyumlu. İşte makbul beden budur. Siyasette, sokakta, okulda, sosyal medyada hep bu beden görünür. Bu beden “biz”den. Geri kalan herkes sessizce seyirci konumuna düşüyor, görünmez oluyor, eksik sayılıyor, hatta bazen düşmanlaştırılıyor.
Bu sloganla; direnişin katılım koşulu olarak sadece fikir, irade, varlık değil; doğrudan beden talep ediliyor. Ama öyle herhangi bir beden değil: zıplayabilen bir beden.
Bu nedenlerle bu slogan sağlamcı. Sağlamcılık yalnızca engellilere kötü muamele etmek değil. Belirli bir bedeni “esas beden” ilan edip, onun dışında kalanları sessizleştiren, değersizleştiren, politik varlığını yok sayan her söylem sağlamcıdır. Sağlamcılık, bedensel farkları değil, yalnızca bedensel yeterliliği tanır. Farkı yok sayar, normu dayatır.
“Zıpla Zıpla” tam da bunu yapıyor. Üstelik mecazla falan değil; doğrudan, bedensel olarak.
Bazı ifadeler mecazdır: “Ayağa kalk” dediğimizde kimse gerçekten ayakta duramayanlara bir şey demiyordur. “Susma” deyince kastettiğimiz şey ses telleri değil. Bu ifadelerde kastedilen şey, “tepki göster, isyan et” vb. “Ama “zıpla” derken, burada bedenin hareketi doğrudan kastediliyor. Bu bir metafor değil, emir. Dahası, katılımın koşulu haline getirilmiş bir performans zorunluluğu. Bedenin yapabilirliği ölçülüyor. Zıplamak bir yöntem değil, bir tür sınav haline geliyor. Sanki, geçen devam edecek, kalan ayrılacak.
Üstelik bu slogan sadece buyurmuyor. Altına gizlenmiş bir tehdit de taşıyor: “Zıplamıyorsan nokta noktasın.” İlk bakışta yapılan benzetme mizahi görünüyor ancak “şunu yapmayanlar şöyledir” gibi bir kalıp, kimin dışlanacağına, kimin hain olduğuna karar veren bir otoriteyi çağrıştırıyor. Bu söylem; kolektifin ortak enerjisi değil, disiplinin sesi oluyor; birliği değil, hizaya sokma çağrısını anımsatıyor.
Katılım biçimleri çeşitlidir, olmalıdır. Eğer bir mücadele, bedenin belli biçimlerde davranmasını ön koşul haline getiriyorsa orada eşitlikten söz edemeyiz. Direniş; bir gösteri haline geliyor, bedensel performansa indirgenmiş bir koreografiye dönüşüyor. Herkesin aynı şekilde hareket etmesi beklendiğinde kimsenin geri kalmasına tahammül edilemez ve bu tahammülsüzlük, dışlamanın politik zeminidir.
Yorulan, oturan, susan, farklı düşünen, farklı zamanlarda katılan herkes direnişin parçasıdır. Kolektif eylem, senkron bir tempo değil; birbirinden farklı seslerin, ritimlerin, bedenlerin bir arada var olabilmesidir.
“Şimdi engelli haklarının sırası mı?” diye soranlara da gelelim. Bu cümle, baskının en konforlu biçimidir. Ne zaman “şimdi sırası mı?” denmişse, orada sürekli ötelendiğimiz için zaten hiçbir zaman sıra bize gelmemiştir. Sıra, daima o sağlam olanın arkasından başladığı için politik mücadelelerde engelliye hiç sıra gelmez. Mesele sıralama değil, içerme meselesidir. Kim içerde, kim hep dışarda?
Ve “duyar kasmak” diyerek geçiştirmek isteyenlere de bir şeyi belirtmek gerekir. Bu, bu yazıya değil, bu gerçeğe karşı geliştirilen savunma refleksidir. Bu konu bir hassasiyet değil. Bu, bedensel haklara, politik temsile, eşit katılıma dair çok temel bir meseledir. Sağlamcılık; tıpkı cinsiyetçilik, ırkçılık, sınıfçılık gibi bir dışlama rejimidir. Farkı yoktur.
Kimseyi dışarıda bırakmadığımız bir direniş mümkün. Eşit bir mücadeleyi de eşit bir dünyayı da hala birlikte kurabiliriz.
(MS/HA)