Türklük Sözleşmesi’ni elinin tersiyle itenler

Sırrı Süreyya’ya umutla…
Sıklıkla olduğu gibi, kötü bir sabaha uyandık. Kapatılmanın en fena kısmı bu, sevdiklerinin hastalıklarında, dertlerinde yanlarında olamamak, dışarıdan gelecek bir cümle haberi, televizyondan gelecek bir “son dakika”yı beklemek. Umudunu korumak dışında yapacak hiçbir şey yok. Hoş, dışarıda da durum farklı değil tabii ama yan yana olmak bile iyileştirici ya, işte burada ondan mahrum insan.
Çarşamba öğlene doğru yazıyorum bunu, akşamdan beri aklım, kalbim Çağlayan’da, bu kez adliyede değil, hastanede. Biliyorum, Edirne’den Tekirdağ’a, Kandıra’dan Silivri’ye, Sincan’a, Diyarbakır’a, memleketin dört bir yanındaki hapishanelerde de durum farklı değil. İçeride ve dışarıda, onun deyimiyle “yüreğimiz elimizde geziyoruz” akşamdan beri.
Sabah haberlerinde bir sunucu, birkaç kere üst üste “bir Türk olarak” dedi, mealen “elini taşın altına koydu”. Haklıydı. Adıyamanlı bir Türkmen olarak Sırrı Süreyya Önder, hiç de üstüne vazife değilken “normalde”, evinde otursa, kitabına, filmine baksa, ömrünce yaptıklarıyla iç ferahlığıyla yaşayabilecekken, elini taşın altına koydu. 12 Eylül hapishanelerinde “memlekete borcunu ödemişti” aslında. “Şansına”, “tesadüfen” Türk bir aileye doğan, haliyle “Türklük Sözleşmesi” önüne sunulanlardan Sırrı Süreyya.
“Türklük Sözleşmesi”ni, Barış Ünlü’nün bence, liselerden itibaren zorunlu kitap olması gereken aynı isimli çalışmasından ödünç alıyorum. Ünlü Türkiye’de “Türklük” imtiyazıyla doğanları anlatıyor, bilmeme, duymama, görmeme, farkında olmama imtiyazı. O imtiyazı yüz yıldır tepe tepe kullanan bir koca halk. Komşusunun, yanı başındakinin derdini görmeyen, duymayan, bilmeyen, “zorunda olmayan” bir koca halk. Bir de o halkın içinden gelmesine rağmen, duyma, görme, bilme sorumluluğunu, riskini alanlar var, bunun için hayatını ortaya koyanlar. Hamaset yapmıyorum, mübalağa etmiyorum, kelimenin tam anlamıyla hayatını ortaya koyanlar.
Barış Ünlü, “Sözleşme”yi ilk reddedenlerden İsmail Beşikçi hocayı anlatıyor kitabında. Sarı Hoca yalnızdı ama ne güzel ki sonra yanına ardına dizilenler oldu, hala da oluyor.
Onlar, bence, “Türklük Sözleşmesi”ni ellerinin tersiyle itenler. İmtiyazı kullansalar, “Sözleşme”yi imzalasalar, kimse ağzına açıp bir şey söylemez, neden söylesin ki? Ama işte, ne güzel ki, “bazıları” öyle değil. Dünyanın ağızdan en kolay çıkan ama yerine getirmesi en zor kelimesi “barış” için, ayaklarını uzatıp, keyif süreceği, okuyacağı, yazacağı, filmler yapacağı yılları bir an bile düşünmeden sağlığı pahasına harcamayı, kalpten tercih etti Sırrı Süreyya. Hani hayat bir gün “memleket için ne yaptın?” sorusunu sorarsa, 12 Eylül’den doğru vereceği yanıt da hazırdı. “Borcunu” ödemişti ama “yetmez” dedi, devam etti, barış dedi. En kolay söylenip en zor yapılanı seçti, her türlü hakareti, küfrü, saldırıyı göze aldı, risk aldı. Barışı konuşmanın en zor olduğu topraklardan birinde “inadına barış” dedi.
Şimdi aklımız, fikrimiz onda, yüreğimiz elimizde, umutla iyi haber bekliyoruz. Barışı görmeden gitmesin, bu sefer olsun, bu sefer barış olsun, hakkıyla, keyfiyle yaşasın barışı.
Umarım.
(ÇM/VC)