TAHİR ÖNGÖR'den
"Su Savaşları" Kimin "Savaşı"?
Ama, bu hep te böyle olmadı.
Oregon Devlet Üniversitesi’nden
Profesör Aaron Wolf’a göre su için savaşılabilmesinin "… yalın
açıklaması, suyun savaşmaya değecek kadar değerli oluşudur. Birleşmiş
Milletler sık sık suyla ilgili çatışmaları çözmek zorunda kalıyor.”
O’na göre, akbabaların öldürülen Umma savaşçılarının kellelerini almış
uçarken kazınmış olduğu bir kaya anıtıyla bugüne kadar belgelenerek
gelen Lagash ve Umma arasındaki savaştan bu yana aslında su için pek
önemli bir savaş olmamış; buna karşılık, 805-1984 yılları arasında suya
ilişkin en az 3600 uluslar arası anlaşma imzalanmış. Gerçekten de,
Aaron Wolf’un (1998) çalışmasına göre de suyla ilgili işbirlikleri,
çatışmalardan çok daha fazla. Aynı ırmağın kenarında yer alan ülkeler
arasında 1918-1994 yılları arasında yaşanan 412 bunalımdan yalnızca
yedisinin suyla ilişkili olduğu belirtiliyor.
Reuters’ten
Alister Doyle, siyasetçiler hep artan nüfus ve iklim değişikliği nedeni
ile ortaya çıkan su yetmezliğinin, bu yüzyılda milyarlarca kişinin
temiz içme suyuna erişemediği dünyamızda çatışmalara neden olacağı
uyarısını yaptıklarını anımsatıyor. BM Genel Sekreteri Kofi Annan da
daha 2001’de “tatlı ve temiz su için şiddetli bir yarışın oluşu
gelecekte çatışmaların ve savaşların kaynağı olabilir” demişti
Sık
hatırlatılan bir başka şey de İngilizce’deki "rival" (karşıt)
sözcüğünün Latince’deki “aynı ırmağı paylaşanlar” anlamı taşıyan
"rivalis" sözcüğünden gelişi.
Ama, başka uzmanlar uluslar arası
"su savaşları"nın olası olmadığı düşüncesinde. Uluslararası Su Yönetimi
Enstitüsü (IWMI) Başkanı Frank Rijsberman "İşbirliğinin yararları o
kadar büyük ki su için savaşılacağını hiç sanmıyorum" diyor.
BM
Kalkınma Programı (UNEP) yöneticisi Achim Steiner ise suyun ileride
çatışma nedenlerinden biri olabileceğini söyleyenlerden. O’na göre,
aynı ırmağı paylaşan ülkelerin sınırları bunun için aday: "Üçüncü Dünya
Savaşı’nın sudan ötürü çıkacağına inananlardan değilim. Ama, su kıtlığı
büyüdükçe çatışma olasılığının artacağı da açık".
Gerçekten de
su kıtlığı hızla büyüyor. Rijsberman geçen yıl, BM’in hazırlanmasını
desteklediği bir raporunda dünyada her üç kişiden birinin suyun kıt
olduğu bölgelerde yaşadığını ve 2050 yılında suya talebin ikiye
katlanacağını ve tarımın bütün insanların kullandığı suyun yüzde 74’ünü
alacağını yazıyordu. Biyoyakıt üretmek için ek bitkiler yetiştirilmesi
ve daha çok erozyon, kuraklık ve taşkına neden olacak olan küresel
ısınma da, su sağlama olanakları üzerinde yeni baskılar yaratacak.
Rapora göre, yine de iyi bir planlama ile yeterli suya erişmek olanaklı.
"Eğer
iki ülke arasında bir savaş çıkarsa, su bunun 15. nedeni olabilir"
diyen Su Yönetimi İçin Üçüncü Dünya Merkezi Başkanı Asit Biswas, "Ama,
medyada yer almak istersem bunun en kolay yolu bir su savaşının Orta
Doğu’da kopacağını söylemem olur. Oysa, sudan ötürü çıkan son savaş
binlerce yıl önce idi." Biswas’a göre sorunlardan biri suyun, çoğu
zaman petrol gibi, yeniden kullanılamayan bir ürün/mal olarak
görülmesi. Oysa örneğin Kolorado Irmağı’nın suyu elektrik elde etmek,
sulama ve kullanım suyu elde etmek amacıyla yedi kez kullanılıyor.
İsrail
ile su anlaşmalarını yürüten Filistinli Shadad Attilik "Orta Doğu’da
su sorununu doğru koyamazsak bir savaş çıkabilir. Su kıt ve konu su
olunca, bu yaşamsal" diyor. Bunu Filistinli birisinin söylemesi
anlaşılabilir. Çünkü, Gazze kuşağındaki yaşamsal akiferler kirletilmiş
ve sağlık sorunları yaratıyor: "Dişleri sararmış bir Filistinli
gördüğünüzde bilin ki o Gazze’den gelmiştir" deniyor.
Pensilvanya
Üniversitesi’nden siyasal bilimci Frederick Frey ise suyun “siyasal
anlamda dört temel önemi” olduğunu düşünüyor. “Su aşırı önemli, kıt,
eşit dağılmıyor ve paylaşılmak durumunda. Bu özellikler, suyla ilgili
çatışmaları, başka kaynaklarla ilgili çatışmalardan daha olası kılıyor.
Bu çatışmaları, nüfus artışı ve suyu israf eden ekonomik kalkınma
modeli kışkırtıyor. ”
Ülkeler arasında suyla ilgili çatışmalar
özellikle ırmaklar, göller, vahalar ya da kuyular için çıkıyor.
Örneğin, Kenya’da geçen yıl düzinelerce insan kıt su ve otlaklardan
yararlanmak için göçebelerle savaşta öldü. Tamil Kaplanları hükümete
karşı ayrılıkçı savaşlarında bent ve kanal kapaklarını kapatmakla
suçlandılar. 2006 yılında Tamil Kaplanları kuzeydoğu Trincomalea
bölgesindeki hükümet denetiminde bulunan 60.000 nüfuslu Kantalai
kentine su sağlayan Maavilaru Barajı’nın kapaklarını kapattığında
ateşkes bozulmuş ve bombardımanın da eşliğindeki iç savaş kızışmıştı.
Su yollarına müdahale ile başlayan bu çatışmalarda 500’den çok kişi
öldü.
Steiner’e göre su kıtlığından en çok etkilenen ülkeler
zaten çatışma içinde olan Çad, Sudan ve Somali, biraz Etyopya,
Pakistan’ın bir bölümü, güney Hindistan ve Çin.
Toronto Globe
and Mail’den Thomas Homer-Dixon 1995’te DB Sürdürülebilir Kalkınma
Başkan Yardımcısı İsmail Serageldin’in açıkladığı bir rapora değiniyor.
Rapora göre Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Hindistan ve Çin’i de kapsayan
birçok ülkede "su krizi" yükseliyor. Yakın gelecekte su, pek çok yerde
tarım için toprak yetersizliğinden daha büyük bir kısıtlayıcı olacak.
Su kıtlığı ve kirliliği birçok yoksul ülkenin ekonomik gelişmesini
kısıtlıyor. Her 21 yılda ikiye katlanan küresel su talebi
karşılanamadığı için doğan toplumsal gerilimler gittikçe kötülemekte.
Serageldin’e göre gelecek yüzyılın savaşları petrolden ötürü değil
sudan ötürü çıkabilir.
Oysa, Wolf’un incelemelerine göre,
dünyada 1999 öncesi 50 yıl boyunca “su savaşı” olmamış; ama, çeşitli
ülkelerin arasında suyla ilişkili 37 askeri eylem yaşanmış. İlginç olan
bunun 30’unun İsrail ile komşuları arasında geçmiş olması. Askeri
saldırılar arasında İsrail’in 1960’te Suriye’nin Ürdün nehri yukarı
kesiminde başlattığı “Tüm Araplar İçin Su” projesinin bir parçası olan
çevirme yapılarını yıkışı anılabilir. Ortadoğu Barış Süreci’nde
İsrail’li görüşmecilerden olan Hidroloji Profesörü Uri Shamir yine de
şöyle söylüyor: “Barış için bir siyasal niyet varsa, su sorunu bunu
engelleyemez. Ama, savaşmak için neden arıyorsanız, su size iyi bir
fırsat verir. ” Nitekim, ne 1923’te manda topraklarının sınırları
çizilirken ve ne de 1948’de ateşkes hatları belirlenirken su kaynakları
göz önüne alınmamıştı. Gershon Baskin’in değerlendirmesine göre, İsrail
1993 yılı içinde Batı Yakası akiferlerindeki kadar su satın almış ve
yine de suyun mal oluşu İsrail’in ulusal gelirinin %0,67’sini
geçmemişti. Su tek başına savaş nedeni olamazdı. Ama, izleyen
çatışmalarda Filistin’in su kaynaklarına el koymak ya da komşu arap
ülkelerinin su yapılarına zarar vermek İsrail’in bir bölgesel hegemonya
taktiği olarak kullanıldı.
Yoksa, işbirliklerinin işaretleri de
çok. İndüs Nehri Komisyonu da, Hindistan ve Pakistan savaştayken bile
çalışmalarını sürdürmüştü. İsrail ile Ürdün, teknik olarak savaştayken
bile 1950’den beri Ürdün Nehri’nin yönetimi için gizli görüşmeler
yapıyor. Oxford Üniversitesi’nden Julie Trottier’in (2004) “Su
Savaşları”nı bir hegemonik kavram, egemen sınıfların hegemonyalarını
pekiştirmede yararlandıkları ve ısrarla yaymaya çalıştıkları bir kavram
olarak nitelediği çalışması da, özellikle İsrail siyasal yaşamında
Arap-İsrail çatışmalarında suya nasıl ayrı bir yer verildiği ve bazen
gerçek dışı propagandalarla bunun nasıl canlı tutulmaya çalışıldığı
ortaya konuyor.
Buna karşılık, yenilen, baskı altında tutulan
taraf olan Arap topraklarında su kıtlığını sürekli olarak arttırmak ve
Arapları bu topraklardan sürmenin bir aracı olarak kullanmak, Araplar
arasında da “su savaşları” kavramının yer etmesini sağlayabiliyor.
Geleceğin
“su savaşları”na gebe olduğunu düşünenlerin, bu konuda kalıcı bir
zaferin nasıl sağlanabileceği üzerine düşünmesi de gerekli. Stockholm
Uluslararası Su Enstitüsü’nden Anders Jaegerskog "eğer bir nehrin
tümünü denetleyebilecek şekilde bölgeye egemen olursanız, orada
yaşayanlara da su sağlamak zorundasınız. Bir su savaşının nasıl
kazanılabileceğini düşünmek çok zor." diyor. Bunun gibi, uluslar arası
ilişkiler uzmanları, özellikle de Toronto Üniversitesi Barış ve Çatışma
Programı araştırmacıları geçmiş savaşlarda yaşanan yenilenemeyen doğal
kaynakların talanının, yenilenebilir kaynaklar için geçerli olmadığını
düşünüyor. Tarihte ve günümüzde dolaysız biçimde yenilenebilir
kaynaklar için çıkmış bir savaş örneği yok. Komşu bir ülke suyu ve
tarım topraklarını alıp götüremiyor. Öte yandan ekonomileri
yenilenebilir kaynaklara çok bağımlı ülkeler genellikle oldukça yoksul
ve saldırıda kullanabilecekleri ordu ve silahlara sahip olmaları da çok
zor. Bu nedenlerle su gibi yenilenebilir kaynaklar için savaş çıkması
olasılığı daha düşük.
Nehirlerin paylaşımı buna istisna
oluşturuyor. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak %40’ı birden çok ülkenin
paylaştığı 263 nehir havzasında yaşıyor. Bu havzaların üçte ikisinde
ortak su yönetimine ilişkin bir anlaşma yok. Konu ilk bakışta
göründüğünden daha karmaşık ta olsa, bu havzalarda “su savaşı” riski
hızla artıyor. Akış yönündeki ülkeler ulusal varlığını belirleyecek
kadar bu suya bağımlı ise; kaynak tarafındaki ülke suyun akışını
kısıtlamak durumunda ise; iki ülke arasında tarihten gelen bir çatışma
kültürü varsa; ve en önemlisi, akış tarafındaki ülke askeri açıdan daha
güçlü ise risk yüksek. Dünyada bütün bu koşulların geçerli olduğu havza
ise çok az. En tipik örnek Nil. Mısır nehrin suyuna çok bağımlı,
tarihsel olarak havza yukarısındaki komşuları olan Sudan ve Etyopya ile
çatışadurmuş ve ötekilerden çok daha güçlü. Açıkçası Mısır Nil’den
yararlanabilmek için birçok kere savaşa yaklaşmış ta.
Ancak,
Ganj Nehri’ndeki durum daha geçerli. Hindistan şimdilerde burada büyük
Farakka Barajını kuruyor ve bu, akış aşağısındaki Bangladeş’in tarım
alanları, balıkçılık alanları ve köylerinde yıkıcı etkiler doğuracak.
Yine de burada bile savaş olasılığı zayıf. Aynı durum, Mekong, İndüs,
Pirana ve Fırat için de geçerli.
Gerilim yaratmaya yatkın
girişimler daha çok baraj yapımlarıyla ortaya çıkıyor. Yapılan bir
değerlendirmeye göre 5 kıtada 51 ülkenin ilintili olduğu böylesi
havzalar var. Postel ve Wolf(2001)’in hazırladığı harita bu havzaları
gösteriyor. Siyahımsı renkli olan havzalar risk altındaki havzalar.
Koyu kırmızı renkle gösterilenler çatışma ya da anlaşmalara konu olan
havzalar. Sarı renkli alanlar uluslar arası havzalar.
Chietigj
Bajpaee’nin hazırladığı bir rapora göre, yeni yüzyılda bu gerilimlerde
Asya öne çıkacak gibi. Asya’da, 57 ülkeler arası su havzası var. Orta
Asya, Güney Asya ve Mekong Havzası en gergin bölgeler. Orta Asya’da
Hazar Denizine kıyısı olan ülkeler arasındaki sınır sorunları ve Siri
Derya ve Amu Derya nehirlerinin sularının kullanımında kaynak bölgesi
ülkeleri olan Kırgızistan ve Tacikistan ile akış aşağı ülkeler olan
Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan arasındaki gerilimler başı
çekiyor. Güney Asya’da, Wular Barajı ile ilgili Hindistan-Pakistan
gerilimi, Farraka Barajı ile ilgili Hindistan-Bangladeş gerilimi ve
Mahakali Irmağı Anlaşması ile ilgili olarak ta Hindistan-Nepal
gerilimleri önemli. Güneydoğu Asya’da Mekong Irmağı’nı denetleyecek
olan barajlar yapmaya kalkışan 6 ilgili ülke,
Kamboçya-Çin-Laos-Mynamar-Tayland-Vietnam arasında gerilimler çıkıyor.
Bu
bölgelerde, bu anlaşmazlıkları yönetmek üzere oluşturulan 1957 Mekong
Irmağı Komitesi ve onu izleyen Mekong Irmağı Komisyonu; Hindistan ve
Pakistan arasında yapılmış olan 1920 Sarada, 1954 Kosi ve 1959 Gandak
anlaşmaları; yine Hindistan ve Pakistan arasında 1960’ta yapılan İndüs
Irmağı anlaşması; 1977 tarihli Hindistan-Pakistan Ganj Irmağı
anlaşması; ve Kazakistan-Özbekistan arasında bağıtlanan 1988 tarihli
“Siri Derya Havzasının Su ve Enerji Kaynaklarınn Kullanımı Anlaşması”
her şeyi çözemeyen gelişmeler oldu.
Olası bir su çatışmasına
aday bir bölge de Çin’den doğup Myanmar ve Tayland’a akan Salween
Irmağı. Üç ülkenin de barajlar ve kalkınma projeleri var. Ama aşağıdaki
iki ülke bir şey yapamazken, yeni süpergüç Çin suyu paylaşmaya
yanaşmıyor. BM’in 1997 uluslararası sular konvansiyonunu imzalamamış
olan üç ülkeden biri olan Çin’in Tibet’teki kalkışma, Bangkok’taki
afyon üretimi ve aşırı artan nüfusundan ötürü de sıkıntıları var. Bu
örnek, su kıtlığının aslında var olan anlaşmazlıklar ve gerilimlere ek
bir etken olduğunu gösteriyor.
Mekong Havzası en çok sayıda
insanı ilgilendiren en gergin yörelerden biri. Asya Kalkınma Bankası
Mekong alt havzasında 1992’de ticaret ve iletişim ağlarıyla bir
kalkındırma girişimi başlatmıştı. Altı ülke arasında elektrik ağı
kurulacaktı. Mekong Havzası 6 milyon kilometre kare alana sahip ve
burada 240 milyon kişi yaşıyor. Tibet Plato’sunda doğan 4880 km
uzunluklu Mekong Çin’in Yunnan Bölgesi, Myanmar, Laos, Tayland,
Kamboçya ve Vietnam’dan geçip Güney Çin Denizi’ne boşalıyor. Dünyada iç
sulardan elde edilen balığın %20’si buradan elde ediliyor. 70 milyon
kişi de besin, su ve ulaşımını bu ırmaktan sağlıyor.
Çin
elektriğinin %60’ını hidrolikten sağlıyor ve çok sayıda büyük baraj
projesi var. Bunların büyüklerinden bazıları da Mekong Havzası’nda.
Burada, ilki 1996’da tamamlanan Manwan Barajı olan birbirini izleyen
sekiz büyük baraj yapılacak. Bunlar yapıldığında havzanın aşağı
ülkelerinde çok önemli kayıplar olacak. Çin bu girişimleri ile, ilgili
ülkelerle işbirliğine yanaşmadığı gibi, bilgi vermekten bile kaçınıyor.
Bu durum öteki ülkeleri de kendi projelerini yaşama geçirme
doğrutusunda zorladı.
Geçmişte, üç güney Asya ülkesi
Pakistan-Bangladeş-Nepal, Hindistan ile su konusunda çatışmalar yaşadı.
Dünyanın “Kutsal Sular” bölgesi, “Kutsal Savaşlara” itildi. Aralarında
1960 İndus Irmağı Anlaşması olsa da akarsuların kaynak kesimlerinde
egemen olan Hindistan hep Pakistan’ın suçlamalarını göğüslemek zorunda
kalıyor. Hindistan, doğusundaki Çin-Bangladeş-Nepal ile de, Amazon’dan
sonra dünyanın en çok su akıtan akarsu sistemindeki uygulamalarından
ötürü gerginlikler yaşıyor. Mahakali Irmağı üzerinde Tanakpur
Barajı’nın yapımı 1998’de gerilimi arttırdı. Hindistan’dan Bangladeş’e
tam 54 ırmak akıyor. Başka sınır anlaşmazlıklarının yanında bu suya
yaşamsal bağları olan Bangladeş ve Hindistan her şeyden önce
aralarındaki sınırın 180 km’lik bölümünü oluşturan Ganj Irmağı
kıyılarına beton setler yaparak karşı tarafta erozyona neden olmakla
suçluyorlar, birbirlerini. Hindistan’ın 1970’te yaptığı Farraka
Barajı’nın Bangladeş’e akan suyu azaltması da bir başka gerilim nedeni.
Bangladeş, Hindistanı Yukarı Ganj’daki akım verilerini kendisine
vermeyip taşkınların zararlarının önlenebilmesini engellemekle
suçluyor. Son olarak Hindistan’ın iki büyük ırmak arasında su
aktarımına yönelik 15 milyar dolarlık projesinin de, Bangladeş’in
Brahmaputra ve Ganj ırmaklarından bugünküne göre çok daha az su
alabileceği kaygısından doğan bir gerginlik var.
Çin’in Tibet ırmaklarından GD Asya’ya su çevirme planları da bu dört ülkeyi birlikte endişelendiriyor.
Kısacası
Asya’lıların %20’si zaten yeterli suya erişemezken, kıtadaki 60 kadar
su havzası da ülkeler arası gerilimlere konu ya da buna aday.
Güney
Afrika’da Bostwana ve Namibya da defalarca çatışmanın eşiğine geldiler,
su yüzünden. Kuzey Afrika’da Kaddafi Libya’sının fosil suları tüketmeye
başlaması başta Cezayir olmak üzere komşularını germeye başladı.
ABD ve Meksika arasında Kolorado Irmağı suyunun paylaşımı konusunda süregelen anlaşmazlıklar var.
Bütün
bunların yanında Mezopotamya’nın yaşam suyu Fırat ve Dicle ırmakları
üzerinde Türkiye’nin art arda kurduğu barajlar da, gelecekte su savaşı
çıkarmak için olası nedenler arasında sayılmaya başlandı. Orta Doğu’nun
yer altı kaynaklarını paylaşmak için her türlü insanlık dışı eylemden
kaçınmayan küresel kapitalizm, gelecekte bu suları egemenlik
politikalarının gereklerine göre savaş ya da barış nedeni olarak
kullanmak üzere, dillendirmek ve ilgiyi diri tutmaya kararlı görünüyor.
Su
kıtlığına, dolayısıyla olası su savaşlarına karşı yapılabilecekler var,
kuşkusuz. Bunların başında dünyadaki su tüketiminin %70’nin
gerçekleştiği tarımda sulama verimliliğini arttıracak geleneksel ve
yeni teknikleri yaygınlaştırmak geliyor.
“Su savaşları”nı
gündemde tutmaya, dünyanın her yerinde egemenlik kurmak ve bunu
sürdürmeye kararlı olan emperyalizm, siyasal ve kültürel hegemonyasını
sürdürmenin önemli bir aracı olarak kullanıyor “su savaşı” hayaletini.
Ama,
hiç kimse su kıtlığının, yüzmilyonlarca kişiye besin ve hijyen
sağlanamamasına, çok büyük insan topluluklarının yoksullaşmasına neden
olduğuna, salgın hastalıklardan kırılmasına, toplumsal huzursuzluk ve
şiddetin yayılmasına, göçlere neden olduğundan söz etmekten ısrarla
kaçınıyor. Su nerede kıtsa orada devasa projelerle baraj ve sulama
yapılarını dayatıyor, bunu finanse ediyor gibi yapıp o ülkeleri daha da
borçlandırıyor, su çevriminin düzenini bozuyor, insanları
topraklarından ediyor. Dayattıkları kütlesel endüstriyel tarım ise
aşırı gübre ve ilaç kullanımını, aşırı sulamayı, suların giderek
tuzlanmasını, toprakların artık ırmaklardan beslenememesini, tuzlu
sularla çoraklaşmasını, … yıkımı dayatıyor. Fazla üretim yüzmilyonlarca
yetersiz beslenene ulaşmıyor da, borsa fiyatlarına göre bazen denize
dökülüyor.
Yine hiç kimse asıl savaşın yeterli nitelik ve
nicelikte suya erişemeyen halk kesimleri ile “su tüccarları”, sudan
rant sağlayanlar arasında başladığını kabul etmek istemiyor. Tersine
küresel kapitalizm, dünyanın bütün kentlerinde su sağlama, iletme ve
dağıtma işletmelerini özelleştirip suyu pahalılaştırmayı, dünyanın
bütün akarsularını özelleştirip suya erişime fiyat biçmeyi, her yerde
endüstrinin kirlettiği suyu kamu kaynaklarıyla temizlemeye, suyu her
yönüyle ticarileştirmeyi hırsla sürdürüyor.
Binlerce yıldır
yaşanmayan su savaşları, kapitalizmin egemen olmasıyla kapıya
dayanmıştı. Şimdi, küresel kapitalizm bunu bir tehdit, bir silah olarak da kullanıyor, komşu ülkeleri birbirine düşürüp egemenliğini
pekiştirmeye çalışıyor.
Bunun için “Su Savaşları”nın kapıda olduğu inancını yaymaya ve pekiştirmeye çalışıyor.
Hayır,
asıl “su savaşı” suyun ticarileştirilmesine karşı çıkan halklarla, suya
el koymaya kararlı kapitalistler arasında başladı bile. Bolivya’da,
Brezilya’da, Arjantin’de, Hindistan’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde,
İtalya’da, İstanbul Maden Mahallesi’nde, Çorlu’da, Beyşehir’de,
Rize’de, Munzur’da, Hasankeyf’te bu savaşın örnekleri izleniyor. Bu
savaş kanlı, bombalı değil; ama, çok kararlı ve örgütlü olacak.(TÖ/EÜ)
* Tahir Öngör, Jeoloji Yüksek Mühendisi. Ekolojistler.org'da yayınlanan makale TMMOB JMO Bülteni için hazırlanmıştır.