Hasçelikler Tekstil Turizm Dijital Pazarlama Ltd. edition

Geçen gün uyandığında muhtemelen benim gibi birtakım insan kendisini belli belirsiz bir kaygı yaşarken buldu: Solcu bir gazetede Hasçelikler hakkında yazı yayınlanmıştı![1]
Öncelikle Hasçelikler'in yapımcısını alıntılayarak bir noktayı açıklığa kavuşturalım: "Teşekkür ederim yazan kişiye [Hasçelikler'e] yer verdiği için. Gerçekten de bu dizinin konuşulmaya başlanmasının cesur, kullanılan kaynaklar anlamında zengin ve anlamlı, yayınlandığı platform açısından da günümüz için kritik, ve en önemlisi sınıf meselesini kendisine konu eden bir açılış yaptı, benim asla yapamayacağım bu eylem için bütün gönlümle kendisini tebrik ve teşekkür ediyorum. Bu yazıda, -yazıda katılmadığım noktalardan destek alarak- Hasçelikler'i nasıl gördüğümü anlatacağım.
Özellikle entelektüel tartışmalar için hâlâ önemini koruyan bir saygı çerçevesinde yazılmış bu eleştiri yazısı, son dönemde belli belirsiz görünmeye başlamış Apaçi yeniden-doğuşu ve Hasçelikler'in ortak bir kökeni olduğunu söyleyerek açılıyor: İşçi sınıfının estetiğinin orta sınıf tarafından çerçevelendirilip gasp edilmesi. Gerçekten de Apaçi dansı ve benzeri alt kültür enstantanelerinin ülkemizde çok hızlıca belirli çevrelerce yerle yeksan edilmesi hepimizin aşina olduğu bir durum. Aynı zamanda son dönemde yine aynı kültürlerden Apaçi kültürü gibi bazılarının belli belirsiz bir yeniden doğuş yaşadıkları da görünmeye başladı. Hasçelikler and the City böyle bir ortamda sahneye çıkmış ve ilk bakışta benzer bir "varoş" estetiğini kullanıyor gibi görünen bir yapım; bu benzerlik ve dizi üzerinden çeşitli biçimlerden finansal kazanç sağlanması yazarın dikkatini çekmiş ve Türkçeye mutenalaştırma olarak çevrilmiş olan "gentrification" meselesini kültürel boyutuyla ele alarak dizi eleştirilmiş.
Yazarın affına sığınarak yazdıklarını kendi çapımda iki ana nokta üzerinden özetleyerek başlayayım. İlki çerçeveleme meselesi: İşçi sınıfı kültürü (veya buna dışlanan sınıf kültürü diyelim, nitekim yazının kendi kaynak aldığı kitabın odağı Amerikadaki Siyahiler ve Latinolar) normal şartlar altında orta sınıfın abartılı, fazlaca doğrudan, dramatik ve rahatsızlık verici bulduğu bir kültür, fakat orta sınıf tarafından çerçevelendiğinde bu kültür aksine yüceltilen ve tüketilebilir bir mefhuma dönüşüyor ve bu dönüşüm sırasında da kendi otantikliğini ve aykırılığını kaybediyor. İkincisi ise, ilkiyle yakından alakalı olan "mesafe" meselesi: Orta sınıf, kendi "ilerici" özelliği olarak gördüğü mesafelenme yöntemiyle, bir yandan işçi sınıfının mesafelenmeyerek kurduğu ilişkiyi küçümserken, diğer yandan kendisi belirli bir "ironik" mesafe alarak küçümsediği kültürü gasp ediyor ve kendi ürünü olarak pazarlıyor.
Yazıda parmak basılan çok doğru noktalar var. Örneğin; mutenalaştırmanın yalnızca semtsel veya mekânsal değil aynı zamanda kültürel olduğu, eskiden küçümsenen alt-kültürlerin nasıl olup da bir anda yüceltilen nesnelere dönüştüğü, "Bu dizinin veya Apaçi müziğinin yeniden keşfedilip 'sofistike' sınıfa sunumunun arkasında aslında işçi sınıfını küçük görme veya ondan faydalanma isteğinin değil, onlara duyulan şefkat olduğuna dair savunmalar"ın yanlışlığı ve sahteliği bunlardan yalnızca birkaçı. Fakat yazının bu sonuçlara varmak için kullandığı "Siyahi ve Latino" perspektifi hem Hasçelikler and the City'nin hem de Türkiye'nin kendine has yapısını ortaya sermekten uzak. En temelden başlarsak, Türkiye'deki dışlama biçimlerinin Batı'dakine benzer bir gasp veya inkâr ile değil, bir reddiye ile olduğunu söylemek gerekiyor. Örneğin Batı'nın tarihte işlediği soykırımlara ve katliamlara tavrının bir çeşit kabullenme ve üstlenme yani tam anlamıyla gasp ederek görünmezleştirme ve silikleştirme olduğunu; Türkiye'dekinin ise doğrudan (neredeyse "mesafesiz") reddiye olduğunu söyleyebiliriz.
Yalnızca buradan bakıldığında bile Türkiye'deki kültürel gaspın nasıl olup da Batı’dakine benzer bir gasp olduğu meselesi problemli bir hale geliyor. Cumhuriyet'in modernleşme projesinin bir imzası haline gelmiş Arap/Doğulu (Kürt) düşmanlığı Kürtçeyi yasaklar ve yabancı ilan ederken, Türkiye'de bu yöreyle özdeşleştirilmiş konuşma biçimleri ve fonetik (Arapçada ve Kürtçede olan boğazdan gelen gırtlaksı H sesi bunun iyi bir örneği) asla "havalı" olarak görülmez örneğin. Sömürü hamurlarındaki bu farklılığı göz önünde bulundurduğumuz zaman, örneğin bu fonetik sesin "havalı" olarak görülmeye başlamasının nasıl işçi sınıfı kültürünün gaspı işlevini taşıyacağını düşünmek iyice zorlaşıyor.
Bir diğer önemli nokta ise mesafelenmenin ve dolayısıyla refleksif düşünebilmenin bir orta sınıf entelektüel ezikleme yöntemi olduğu ve işçi sınıfının bunu “uygulamıyor” gibi çerçevelenmesinin aşağılanmalarına sebep olması. Burada benim gözümden iki tane sorun var: İlki, orta sınıfın hezeyanları bir kenara, hiç kimsenin dünyayla mesafelenmeden ilişki kurmadığı gerçeği. Yazara burada katılıyorum; orta sınıfın bu yaklaşımı bir yandan "alt-kültürler"in "biz şehirliler"e göre “insan doğasıyla” bütünlüklü, samimi olduğunu söylüyor gibi yaparken, aslında altında yatan mesaj bu insanlara bir eşit olarak saygı duyulamayacağı, ancak şefkat ve sevgi duyulabilecek olması; bu insanlar seslerini çıkarmaya başladığı anda bu sevgi ve şefkat yok oluyor. Bu sorun özellikle bizden daha liberal ülkelerde çok ciddi seviyelerde. Durum böyle olunca hem orta sınıf kendi mesafelenmesinin ne kadar dandik olduğunu görmemiş oluyor, hem de alt sınıfların da benzer biçimlerde mesafelendiği ve dolayısıyla söylediklerinin/yaptıklarının hakiki olduğu gerçeği tamamen örtülüyor.
İkinci sorun ise 20. yüzyılın mücadele tarihine baktığımızda ortaya çıkıyor. Mayıs 1968 Paris eylemlerini ele alalım. Bu eylemlerin bir ayağı ayaklanan öğrenciler ile işçilerin Fransa'da ilk defa yakınlaşmasıyken, diğer ayağı sokaklarda yankılanan sınırsız cinsel özgürlük talebiydi. Paris duvarlarında şu yazıları görebilirdiniz "Sınırlar olmadan zevk almak istiyoruz" ("zevk/keyif almak" (jouir) Fransızca'da doğrudan cinsel ima içeren bir tabir). Fakat bu hareketin başarısızlığı ve üstüne neoliberalizmin yerleşmesiyle iyice belirginleşti ki sınırsız, "mesafesiz" zevk almak mümkün değil (veya daha doğrusu aranan mesafesizlik çok nadir ve bir o kadar da kaygı uyandırıcı bir durum).
Hatta "American (wet) dream"in de bir ayağının bu olduğunu ("freedom (without boundaries") ve bu sayede insanların gerçekte almak zorunda kaldıkları –temelde sınıf savaşını ilgilendiren– mesafelere kör bırakıldığını bile söyleyebiliriz. Bugün Türkiye'de buna benzer ve ciddi zarar verici yaklaşımları sadece LGBTİ+ hareketinin çeşitli versiyonlarında değil, Marksizmde ve Feminizmde de sıklıkla görüyoruz. Kromozomuna göre kadınlık atfeden feminizmden parasına göre işçilik atfeden komünizme kadar birçok yaklaşım, bu meseleleri kendi iddiasının aksine –bir tarafta "biyolojik/sosyal determinizm"den, diğer tarafta ise bir çeşit "ekonomik determinizm"den– koparamıyor. Yani mesafelenmemiz çok dandik arkadaşlar! Böylece cinsellik de sınıfsallık da bir çeşit kimliğe indirgeniyor ve kapitalizmin kök problemi, yani geleceğin yönünü sermaye sahibi olanların sermayeyi büyütme gayesiyle belirlemesi, ortadan kalkıyor; yerini kimin kadın kimin erkek, kimin işçi kimin orta sınıf olduğuna dair sonsuz tartışmalar alıyor. Politik bir mücadele elbette kitlesini, alanını tanımak ve tanımlamak gibi sorumluklara sahip, hatta belki en önemli taraflarından biri bu, fakat hem kültürel/sanatsal hem de ekonomik alanların bu analizleri kolayca, gözle gördüğüne doğrudan inanarak, içten geldiği gibi veya kelimenin iki anlamıyla birden “saf” bir şekilde yapması, oluşması gereken teorik derinliğe yer yer ciddi zararlar veriyor. Örneğin yazarın bu eleştiriyi yazarken referans aldığı kitapta Siyahiler ve Latinolar hakkında ciddi bir sosyolojik geleneğe sahip onlarca çalışma olduğunu varsayabiliriz, bunun Türkiye’ye bu şekliyle uygulanması için gerekli teorik derinliğe, gerçekten, sahip miyiz? Bu mevzubahis varoşların etnik kökeni ne örneğin, bilen var mı? Çingene, Zaza, Pomak, Manav, Alevi miler, Türkleşmiş kültürlerden mi yoksa Türklüğü benimsememiş kültürlerden mi mesela?
Hasçelikler’in tam burada söyleyecek çok şeyi var. Dizi üzerine internette yapılan onlarca yorumdan bir tanesi “ağlamasını evin dışında çözen kız modeli”[2] benzeri bir şey söylüyordu örneğin. Gerçekten de ilk başta basit bir kız arkadaşlık hikayesi olarak görülebilecek olan diziye biraz yakından baktığımızda durumun hiç de öyle olmadığını fark ediyoruz. Hasçelikler, kendi özel hayatlarıyla ilgili derin meseleleri asla birbirleriyle paylaş(a)mıyor, konuş(a)mıyorlar. 7. bölümde Buse, istendiği günün akşamında ayran taşımak zorunda kalıyor ve bu durumun bir çeşit son damla işlevi görmesi sonucu yolda sinir krizi geçiriyor. Bu sırada Buse’yi Uğur’a veren kişi Fatoş, ayranları taşıma işinde Buse’yi yalnız bırakan kişi de Nesli! Fakat son adım bu mu? Hasçelikler bir dayanışma dizisi değil de gizli bir düşmanlık dizisi mi? Hayır. Bir adım daha atarsak, Fatoş’un kız isterken soktuğu lafları da (“evet evet, ben çok işlere giriştiğini duyuyorum, inşallah çıkışımcı olduğu günleri de görürüz hah hah.”), Nesli’nin beklenmedik bir biçimde isteme gününün akşamında Buse’yi yalnız bırakmasını da (Buse: “Beni yalnız bırakın dedim ilk defa beni yalnız bıraktınız, tamam ben gidip ayranları alırım.”) Buse’ye verilen mesajlar olarak, ona alan verip kendi çoktan biliyor olduğu (daha doğrusu olmuş olacağı vs. vs.) şeyi, yani Uğur’un götün teki olduğu gerçeğini deneyimlemesine yardımcı olduklarını görebilir hale geliyoruz; bunu kendisi görmek zorundaydı[3]. Bu noktaya gelmek için ise hem “laylaylom dayanışma” fikrini hem de “varoş, aşağı çekişmeler” fikrini tamamen çöpe atmak gerekiyor. Hasçelikler, buram buram mücadele kokan bir dizi[4]. Bu sayede de olumlu veya olumsuz bir kimliğe alan açmıyor. Üstelik bu resmi, televizyonlarda ve günlük hayatımızda görmeye alıştığımız bir biçimde basit bir çıkar entrikası ile sulandırmadan, kolaylaştırmadan çiziyor, ve hayranları (en azından ben) diziyle bu bıraktığı boşluk üzerinden özdeşleşiyor. Sırf üzerine yapılan yorumların miktarı ve çeşitliliği bunu görmeye yetmeli. Eğer orta sınıf sonu belli olmayan bir mücadele fikrini gasp edecekse, bence etsin zaten.
Peki mesafe konusuyla bunun alakası ne? Eğer farkındaysanız bir önceki paragrafta bahsettiğim tartışmalar en nihayetinde mesafesiz olarak özdeşleşilebilecek bir biçim arıyorlar. Tartışmalar öyle yapılıyor ki sanki bir gün biri haklı çıkacak ve onun dediği kimlik rolleri artık geçerli olacak. Bu formun kendisi, bu kimliklerin hepsinin aslen bir çatışma içinde olduğunun, onlara bir bütünlük, tamlık, "mesafesizlik", atama(ya çabalama) şeklindeki, reddi. Ayrıca bu mesafesizlik veya doğrudanlık idealinin 20.YY mücadelelerinin en temel hatası olduğunu söyleyen çalışmalar ciddi miktarda artmış durumda.[5]
Mesafe konusunda bir noktaya daha değineyim: Marx'ın metalardan (İng. "commodity", yanlış bir çeviri olsa da "eşya" olarak düşünülebilir) bahsederken yaptığı bir insanlaştırma var, kabaca metaların ağzından şöyle diyor: "İnsanlar benim kullanım-değerlerimi (besin, barınma vs.) umursuyor olabilir, ama benim tek umrumda olan şey mübadele-değerim (kabaca: fiyatım)." Aynı Marx, "meta fetişizmi" konusunda da çok açık: "Meta fetişizmi, insanların neye inandığıyla ilgili değil, nasıl davrandıklarıyla ilgili", yani insanlar marketten alışveriş yaptıkları sürece meta fetişizminin bir paçasılar. Yani bir Marksistin mesafesiz bir meta veya sınıf analizi yapması yapısal olarak mümkün değil. Dolayısıyla işçi sınıfının (yani kendisi emek-gücü olarak doğrudan meta olan bir sınıfın) herhangi bir anlamda mesafesiz olduğunu düşünmek de varsaymak da bizi yanlış yollara saptırmak zorunda.
Bu mesafe konusuyla alakalı "ironi" meselesinden bahsedeyim son olarak. Evet, Hegel'in "romantik ironi" olarak isimlendirdiği mesafeli ironi biçimi gerçekten de evrensel ve tamamen etkisiz bir aşağılama biçimi olmayı sürdürüyor. Amerika tarihinde bugüne kadar en çok dalga geçilen başkan adayı Trump olsa gerek, ama seçilmesini ve şu anda Amerikan halkı için korkunç bir döneme imza atıyor olmasını engellemedi örneğin. Türkiye'de de bunun çok örneği var elbette, özellikle sanatsal ve kültürel üretimde. Fakat tek ironi biçimi aşağılayan, romantik ironi değil. Örneğin flört ederken veya bir politik hakikati aktarmaya çalışırken kullandığımız ironiler samimiyetsiz ve tepeden bakmacı olmak zorunda değiller, sıklıkla olmuyorlar da. Hasçelikler'in ise bu noktada özel bir durumu olduğunu düşünüyorum: dizinin Youtube bölümlerinde açıklama kısmında yazan şu cümle olduğu gibi ciddiye alınmalı: "Karakterler kurgudur ama her şey gerçektir." Bence Hasçelikler ekranda ironik bir aşağılamayı değil, "ironinin ironisi" olarak nitelendirebileceğimiz bir çeşit kendi içine katlanmış ironiyi sergiliyor. Hasçeliklerin karakterleri bütün iyi tiyatroda olduğu gibi gerçekten daha gerçek. Bizim baktığımız yer Hasçelikler'in gerçeğe ne kadar yakın olup olmadığını ölçen bir yer olamaz; aksine, bugün Türkiye'nin işçi/varoş sınıfının ve “sıradan” insanlarının gerçeğini gösterenler Hasçeliklerden başkaları değil. Popülerliğinin de, yarattığı tartışmaların da böyle anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Bir başka önemli mesele ise elbette son 15 yıldır tartışmaların yoğunlaştığı fon meselesi. Türkiye solu bugün ne yazık ki süregelen bir dijital bağnazlıkla malûl. Geçen sene vahşice katledilen Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner cinayetlerine tepki olarak devlet Discord’u yasakladı, ve “dijital dünya sokak değil” safsatasıyla kendi aklını ekmeksiz götürmüş sol partilerimizin bir tanesi bile çıkıp “bunun Discord’la ne alakası var” diyemedi. Olan, formatı gereği komün bir harekete en uygun platform olan Discord üzerinden mücadele veren ekiplere oldu (shoutout Yepisyeni Türkiye). Ülkemizde aşağılanarak yok edilme seviyesine getirilmiş, paylaşımı ve dayanışmayı öne çıkaran bir başka alt-kültürün de düpedüz işçi sınıfı kültürü olan internet kafe kültürü olduğunun kaç solcu farkında örneğin? BelkısTV de gelirinin önemli bir kısmını internet platformlarından sağlıyor. İnternet’in bildiğimiz anlamına çok benzer bir coğrafya olarak işlediği kesin ve dolayısıyla işgaller, mutenalaştırmalar ve benzerleri yaşanabiliyor (şu sıralar muhalif gazetelerin Google’la yaşadığı problem –1 ay boyunca açıklamasız bir biçimde trafiklerinin yüzde 98’ini kaybetmeleri ve bunun tekrarlanması– bunun en iyi güncel örneklerinden biri). Fakat BelkısTV’nin internette birilerini yerinden ederek, bir çeşit kültür veya algoritma gaspıyla popülerleştiğini gösteren bir ibare yok. Veya Oğuzhan Alpdoğan var, doğrudan fabrika, işçi mahallesi yaşamıyla ilgili skeçler çekiyor ve aslına bakarsanız sanatsal olarak BelkısTV’yle çok yakın çizgilerdeler. Oğuzhan Alpdoğan nasıl işçi kültürü gaspı yapmıyorsa, BelkısTV’nin de yapmadığını düşünüyorum.
BelkısTV'nin Instagram hesabı, dizideki karakterlerin temsilleriyle gerçek hayatta haşır neşir olunmaması gerektiğini söyleyen Instagram postlarını da paylaşıyor. Eğer bu gibi durumları hesaba katmazsak "çıkar telefonunu göster" diyen dayılardan veya tecavüz/şiddet sahnesi olduğu için dizi, yasaklı yayınlar olduğu için Wikipedia, Youtube, Instagram yasaklayan RTÜK'ten farkımız kalmaması riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Halbuki BelkısTV göstere göstere ama göze parmak sokmadan anti-kapitalist, 8 Martlara gururla katılan ve bunu paylaşan, Naciye Sahnede gibi Türkiye'de görülmesi zor etik dramalara imza atan, videolarının altına eklediği sade bir "ekip" sıralamasıyla şöhretçilikten uzak, parasını ve sermayesini çoğu gibi bankalardan, yapım şirketlerinden, devletten veya fonlardan değil kendi imkanlarıyla bulan ve kazanan, gönüllere, gönlüme, gönlümüze taht kurmuş bir oluşum. "Kültürel sermaye üzerindeki tahakküm[ün] salt estetik bir mesele değil sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görülmeyi" hak ettiğine tamamen katılıyorum; ve tam da bu yüzden Hasçeliklerin sınıf çelişkilerini, bize özgü feminizmi ve hayat mücadelesini derinlemesine gözler önüne seren bir eser olarak görülmesi ve düşünülmesi eneri, acilen, lütfen. Başkaldırının bir sanat olduğunu hatırlayacaksak[6], sanatın gerçeğiyle haşır neşir olmamız gerekiyor.
(AG/RT)
[1] https://kilavuz.org.tr/sinif-turizmi-ve-isci-sinifinin-kendini-ifadesinin-gaspi/
[2] Yorumu yapanın ellerine sağlık, çok fazla yoruma baktığım için kim olduğunu hatırlamıyorum ve referans veremiyorum, affola.
[3] Bu elbette benim kendi çapımda yaptığım dandik sayılabilecek bir yorum, çok daha ilginçlerini internette rahatlıkla bulabilirsiniz. Yalnızca yapmaya çalıştığım nokta için yeterli olduğunu umuyorum.
[4] Teori sevenler için muazzam bulduğum bir bilgiyi paylaşayım: mücadele kelimesinin kökü “cedel”, ve cedel Arapçada hem “kavga”, hem de “diyalektik” demek!
[5] Zupančič, Biliyorum, ama yine de…, 2024; Jure Simoniti, The Untruth of Reality: The Unacknowledged Realism of Modern Philosophy, 2016
[6] Lenin: “ Tek bir Marksist bile, bu konuda kendisini en açık, kesin ve kategorik biçimde ifade edenin, başkaldırıdan özellikle bir sanat olarak bahsedenin, başkaldırının bir sanat olarak ele alınması gerektiğini, ilk başarıyı kazanmanız ve ardından başarıdan başarıya koşmanız, düşmana karşı saldırıyı asla durdurmamanız, onun kafa karışıklığından yararlanmanız gerektiğini vs. vs. söyleyenin Marx olduğunu inkâr etmezken…” Marksizm ve Başkaldırı, 1917, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/sep/13.htm