Bir şarkı, bir belgesel, bir kitap bırakıyorum şuracığa
İnsanca olan kardeşinin bekçisi olmakla başlıyor zaten. Esasen, diğerini kardeşim olarak gördüğümde değil, kardeşimin bekçisi olduğumda güzelleşiyor dünya...
Üç şehir de birbirinden güzel ama İzmir'de büyümüş, İstanbul'da üniversite okumuş ve Ankara'da çalışmış bir insan olarak Ankara bambaşkadır benim için. Şefkatle severim ben şehrimi. Az kavruk, bir miktar çirkince olsa da severim.
Otobüs camından izliyormuşum gibi
Jerry Douglas'ın "From Ankara to İzmir" şarkısını da pek severim. Resmi bir görev nedeniyle Türkiye'ye geldiği zaman Ankara'dan İzmir'e otobüsle giderken bestelemiş, hakikaten Ankara'dan İzmir'e gitmeyi çok güzel anlatır, tek kelime etmeden hem de. Her dinlediğimde müzikle öyle sıkı fıkı bir bağı olmayan beni bile, kilometre levhalarını, yapayalnız tarlaları, yorgun ve asık suratlı dinlenme tesislerini, yılık yıkık küçük şehir binalarını, sarının elli tonundan yeşile geçişi, kısaca her anı otobüs camından izliyormuşum gibi bir hisse taşır bu enstrümantal şarkı. Çalgılı şarkı demeliyim belki de.
En sevdiğim öykücülerden Mustafa Çiftçi bir yazısında 'enstrüman' sözcüğünü kullanmayı hiç sevmediğini, onun yerine 'çalgı' dediğini, çünkü enstrüman demenin kendisini yağlı güreş pehlivanına eşofman giydirmiş gibi hissettirdiğini söylediğinden beri kullanamıyorum ben de şu sözcüğü rahatça, hep gülesim geliyor.
Oppenheimer'ın 'Act of Killing'i
Önereceğim belgesel eskilerden, on yıl öncesinden, Joshua Oppenheimer'ın insanı dehşete düşüren belgeseli "Act of Killing" (Öldürme Eylemi). Bazen eskilerin üzerinden geçmek ister insan. Hem hafızasını tazelemek hem de tekrar izleyerek dünya ağrısını dindirmek için. İzlemesi zor, dayanması güç bir seyirlik "Act of Killing" belgeseli. Endonezya'yı bağımsızlığına kavuşturan Sukarno 1965 yılında askeri darbe ile devrilince yerine geçen Suharto ile ülkede başlayan "komünist avı"nı infazcıların gözünden anlatıyor (O dönem üç milyon üyesi olan Endonezya Komünist Partisi, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyetinden sonra dünyadaki en çok üye sayısına sahip komünist partisiydi).
1965-67 yılları arasında hükümet destekli gangsterler ve paramiliter çeteler, ülkedeki sendika liderleri, çiftçiler, entelektüeller, etnik Çinliler başta olmak üzere askeri diktatörlüğe karşı çıkan/karşı çıkma ihtimali olan yaklaşık bir milyon kişiyi "komünist" diye damgalayarak öldürüyor.
Oppenheimer, yaşananları kurbanların gözünden anlatmak yerine çok daha zorlu bir işin altına giriyor, katliam hakkında 45 yıl sonra bir belgesel yapmak için bölgeye gidiyor, nasıl razı ettiği bilinmez ama katilleri ikna ediyor, kendi ağızlarından anlattırıyor cinayetlerini, katliamlarını. İnfazcılar, kurbanlarını nasıl öldürdüklerini bu film için tekrar "sahneliyorlar". Hiç çekinmeden hem de... Gururla... Gülerek anlatıyorlar. Endonezya'nın en büyük ve en güçlü paramiliter güçlerinden olan "Pancasila Gençliği" örgütü üyeleri ile gangsterleri temsilen de Anwar Congo ile Herman Koto var başrollerde. Ta kendileri hem de!
Neşeyle anlatıyor öldürme eylemini
Anwar Congo ile Herman Koto cinayetlerin işlendiği dönemin sinema heveslileri, hatta "film haydutları" diye biliniyorlar. İşledikleri cinayetlerde gangster filmlerinden esinlendiklerini söylüyorlar. Anwar'ın kurduğu korsan sinema bileti satan bu küçük sinema çetesi 65'teki askeri darbe ile birlikte aşırı sağcı bir ölüm çetesine dönüşüyor. Anwar Congo, filmin başında insanları öldürdüğü terasta gururla, neredeyse neşeyle anlatıyor öldürme eylemlerini:
"En başta insanları döve döve öldürüyorduk ama o zaman ortalık kan gölüne dönüyordu. Kanı temizlediğimizde de kötü bir koku oluyordu. O yüzden, yani o kadar çok kan akmasını engellemek için bir sistem geliştirdim" diyor gururla. "Çok fazla kan akmasını" engelleyen ve kendi buluşu olan telli sistemi anlatıyor kameralara. Dünyanın en acayip sahnesi...
Gazeteci olarak görevinin "insanların komünistlerden nefret etmesini sağlamak" olduğunu söyleyen İbrahim Sinik, Pancasila Gençliği Lideri Yapto Soerjosoemarno, Pancasila Gençliği üniformasını giyen Endonezya Başkan Yardımcısı Jusuf Kalla, 1966 yılında "Crush the Chinese" (Çinlileri Öldürün) kampanyası sırasında sokakta Çinlileri bıçaklayarak ilerleyen, sokağın sonuna kadar onlarca, düzinelerce Çinliyi öldürdüğünü söyleyen eski infazcı Adi Zulkadry... Hiçbiri oyuncu değil, gururla geçiyorlar kameraların karşısına...
Belgeselle aranıza mesafe koyun
Beni en çok dehşete düşüren sahnelerden biri, Anwar Congo'nun çocuksu bir neşe içinde bir komünisti öldürmesini sahnelediği bir çekim sırasında birden rol yapmayı keserek belgeselin yönetmenine dönmesi ve "Çekime ara verelim Joshua, akşam ezanı okunuyor" demesiydi. Ben de o noktada ara verdim izlemeye, devam edebilmek için kendimi toplamam gerekti gördüklerim yüzünden. Bir diğer sahnede Adi Zulkadry geceleri karabasanlar gördüğünü söyleyen Anwar Congo'ya "Cinayet işlemek için düzgün bir mazeret bulmak işin en önemli kısmı. Bunu bulursan suçluluk duymazsın" dediğinde de insandan canavar yaratan nefret duygusu üzerine düşünmek için bir süre ara verdim. İzlerken, bazen, ara ara anladım Congo'yu, neden bunları yaptığını yani, sırf anlayabildiğim için bile kendimden nefret edesim geldi...
Belgeselin finalini anlatmayacağım elbette ama Anwar Congo'nun filmin başında çıktığı terasa tekrar çıkmasını ve sonrasında olanları izleyin diyeceğim sadece... 20. yüzyılın utanç dolu tarihi içinde ufacık bir leke olan katliama dair bu belgeseli izlemek güç ama deneyin e mi! Belgeselle aranıza mesafe koyarak izlemeyi deneyin, yoksa çıkamazsınız bu ağırlıktan günlerce. Demedi demeyin.
Byung-Chul Han'dan 'Şiddetin Topolojisi'
Sıra geldi kitaba. İlk kitabını Cumhuriyet Kitap Eki'nde görüp aldığım ve sonrasında piyasada ne kadar kitabı varsa alıp hatmettiğim Güney Koreli yazar, filozof ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han'dan birkaç kuple mırıldanmak isterim izninizle.
Siz de benim gibi "Metis'ten babam çıksa okurum" diyenlerdenseniz "Şiddetin Topolojisi", "Şeffaflık Toplumu", "Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme", "Psikopolitika", "Eros'un Istırabı" kitaplarını bir yoklayın derim. İnsan Yayınları'ndan da "Güzeli Kurtarmak" ve "İktidar Nedir?", İnka Yayınları'ndan "Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü", Açılım Kitap'tan da "Yorgunluk Toplumu" isimli kitapları var okuduğum. Han, 19. Ve 20. yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı, medya, kültürlerarası felsefe gibi konulara ilişkin yazıyor. Felsefenin araçlarını modern toplumu çözümlemek için kullanıyor; neoliberal dönemde şiddeti, saydamlığı, pop kültürü, yorgunluğu, ironiyi, gen bankalarını ve daha nice kavramı tartışmaya açıyor. İtiraf edeyim, bazı kitaplarını okurken ara verip kitaptaki kavramlar hakkında daha çok okumam gerekti. Anlayamadım bir kısmını. Felsefi dil başka bi'şey annem; "Vermeyince Mabut, Neylesin Sultan Mahmut" durumlarına düşüyor insan. Yine de peşine düşmekten alıkoyamadım kendimi açıkçası.
Ben bugün Byung-Chul Han'ın tek bir kitabından, "Şiddetin Topolojisi"nden söz edeceğim. Han, kitapta modernitede şiddetin azalmadan sürdüğünü, sadece form değiştirerek ağırlık noktasının içeri kaydığını söylüyor. Ona göre egemenlik toplumundaki kelle alıcı güç "dekapitasyon", disiplin toplumundaki "deformasyon", günümüz toplumundaki "depresyon" şiddetin topolojik dönüşümünün birer aşaması. Burada insanın "kendine yönelttiği şiddet"ten bahsediyor elbette.
Foucault'un hapishanelerinin yerini AVM ve yoga stüdyoları aldı
Byung-Chul Han, şiddete başka bir perspektiften bakmayı başarıyor, şiddetin "sadece aşırı ölçülerde olumsuzluk olmadığını, aşırı olumluluk anlamına da gelebileceğini" söylüyor. Bu yeni formdaki şiddetin olumluluğun kitleselleşmesi, aşırı üretim, aşırı iletişim şeklinde ortaya çıktığını söylüyor.
Foucault'un hapishanelerden, ıslahevlerinden, garnizonlardan ve fabrikalardan oluşan disiplin toplumunun artık günümüz toplumunu yansıtmadığını, bunların yerini çoktan alışveriş merkezlerinin, fitness ve yoga stüdyolarının, güzellik kliniklerinin aldığını söyleyen Han'a göre 21. yüzyıl toplumu bir disiplin toplumu değildir artık, başarı ve performans odaklı bir çalışma toplumudur. Burada artık sömüren ve sömürülen arasındaki fark kaybolmaya başlıyor. Giderek artan depresyon veya burn-out (tükenme) gibi psikiyatrik bozukluklar içinde yaşadığımız hayatı reddettiğimizin işaretleridir. Kurban artık sistemin aynı zamanda işbirlikçisidir ve insan kendini sömürdüğü ölçüde şiddet kendine yönelmektedir. İnsan bu sistemde hem fail hem de kurbandır...
Kardeşimin bekçisi
Son olarak, belgeseli izlediğimden beri kafamda dönüp duran bir şeyi yazmadan yazıyı kapatmayayım, içimde kalmasın. Belgeselde bir sahnede geçmişte öldürdüğü onlarca, yüzlerce insan için pişman olup olmadığı sorulduğunda Adi Zulkadry Amerikalıların da yerlileri yok ettiğini, cinayetin Habil ile Kabil'den bu yana hep olduğunu, hep de olacağını söylüyor. Hiç pişman görünmüyor. Evet, kutsal metinlere göre yeryüzünde işlenen ilk cinayet Kabil'in Habil'i öldürmesidir. Adem ile Havva'nın çocuklarıdır Habil ile Kabil. Tanrı'nın Habil'i daha çok sevdiğini düşünen Kabil kıskançlıkla Habil'i öldürür. Tanrı, Kabil'e sorar, "Kardeşin Habil nerede?" Kabil şöyle yanıt verir; "Bilmiyorum, ben kardeşimin bekçisi miyim?" Sadece bu belgeselde değil, okuduğum bir metinde veya izlediğim başka bir filmde bu cevaba ne zaman bir atıf ile karşılaşsam aynı noktaya takılıp kalıyorum. Diyeceğim şu; insanca olan kardeşinin bekçisi olmakla başlıyor zaten. Esasen, diğerini kardeşim olarak gördüğümde değil, kardeşimin bekçisi olduğumda güzelleşiyor dünya...
Liseyi İzmir'de Bornova Anadolu Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul'da İşletme Fakültesi'nde, master ve doktorayı da Ankara'da İletişim Fakültesi'nde tamamladı. Çocukken babası ticaretle uğraştığı için büyüyünce devlette çalışmayı...
Liseyi İzmir'de Bornova Anadolu Lisesi'nde, üniversiteyi İstanbul'da İşletme Fakültesi'nde, master ve doktorayı da Ankara'da İletişim Fakültesi'nde tamamladı. Çocukken babası ticaretle uğraştığı için büyüyünce devlette çalışmayı tercih etti. Devlet memuru olmayı hep çok sevdi. Diplomatik görev nedeniyle uzun yıllar Tokyo'da ve Roma'da yaşadı. Türkiye'de olduğu yıllarda her fırsatta gezdi, tozdu, güldü ve okudu. Devlette işler değişince, masaya yeni oturanlara da iyice sinir olunca 2021'de Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan emekli oldu. Ustalık eseri olarak tanımladığı Genco adında bir oğlu var. Kendisini en çok "anne, kitapsever, feminist, sinefil, flanör ve taşkın bir şekilde mutlu" olarak tanımlamayı seviyor.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
Yaşadığımız günlerin iç açıcı tarafları can sıkan taraflarından ağır basıyorsa bilin ki umutlu omak zorundayız demektir.
Kendini aydın ve sanatçı konumunda sayanlardan ziyade, sıradan insanlarda gördüğümüz beklenmedik çıkışların daha umut verici olduğunu düşünüyorum- hatta bütün teorileri sarsma pahasına...Geçmişteki tahminlerin ötesinde alışılmamış, çoktandır yaşamadığımız tepkisel sosyal bir atakla karşı karşıyayız şimdi.
Son bir aydır olanlar da gösteriyor ki bundan sonra toplumsal taban diye isimlendirdiğimiz, içini tam göremediğimiz kitlesel güç, bilmediğimiz ya da henüz adını koyamadığımız bir momenti yakalamış durumda.
Bunun olacağını kestiremeyenlerin şaşkınlığı ise başka anlamları çağrıştıracak şekilde kitlelere artık çıktıkları yolun doğruluğunu öğretiyor.
Bu da yanılgıların tazelenmiş yargılarla yer değiştirdiği anlamına geliyor. Toplumdaki ilginç dayanışma örneklerinde gördüğümüz canlılık bunu gösteriyor.
Benim gözden kaçırmamak adına belirtmek istediğim, aslında işin teorisini akademisyenlere bırakmak istediğim bir kaç husus var.
İllki şu: Eskiden olsa CHP, sosyal bir patlama yaratacak ciddi gerginlikler olduğunda tabanını sokaklara dökecek bir tepkiden oldum olası kaçınırdı. CHP 'nin o tanıdık malum paradigması (müesses nizamın korunması) böyle durumlarda aman "düzen bozulmasın" kaygısını her şeyden önde tutardı. Şimdi bu sınır aşıldı.
Yerel seçim
Nedenlerine girmeyeceğim ama sonuçta bütün meseleyi düzen bozucu görünmemek olarak anlayan bir muhalefet tarzı ile çözmeye çalışmak bu gün tarihe gömüldü. Çünkü başka türlü olmuyor. Hatırlayın, artık CHP sokakta, eylem alanında, tarlada, traktör üstündedir.
Yerel seçim galibiyetinden sonra kazandığı moral ile ikidara barış elini uzatan CHP gitmiş, tabanının tepkisine kulak veren, toplumsal tepkileri parti, dünya görüşü farkı gözetmeksizin ömemseyen birliştirci bir iradenin önünü açan, hatta eylemlerin meşruluk sınırlarını güvence altına alacak şekilde disiplini sağlayan, kürsü siyasetinden eylemlik siyasetine evrilen bir parti olarak göz dolduran bir CHP gelmiştir yerine.
Ortadoğu politikaları
Bu başka deyişle CHP şimdi eylem üzerinden iktidara yürüyen güçlü bir alternatif çözüm sayılırken kendi içinde örgütsel dönüşümü de sahici sınırlar içinde oluşturacak bir bilinç ve öngörü potansiyeline sahiptir. İkinci önemli husus budur.
Kendisine umut bağlayan tabanın çok seslilik içinde şekillenmiş irade biçimi parti içinde halka yakın bir duruşun tohumlarını ekecektir kaçınılmaz olarak.
Parti içine bu durum kamucu bir zihniyetin siyasal ilkelere de yansıyan yeni program açılımı olarak canlanacaktır.
Üçüncü olarak ise şu: Ortadoğu ve Suriye'deki yeni oluşumların iç siyasette dolaylı yoldan yarattığı fırsatları kullanmak adına iktidarın yeni rol alışları, bilindiği üzere PKK'nın silah bırakmasına varan bir dinamiği de ateşlemiştir.
Bu değişimin Cumhur İttifakı ile ona uyumlu yaklaşan kürt tarafı arasında başlattığı diyalag süreci, taşıdığı risklere rağmen bundan sonra istismar edilmeye müsait "PKK Terörü" konusunu gündemden en azından şimdilik çıkarmışa benzemektedir.
Bunun ise hem Türkiye Kürt siyasetinde hem de CHP eksenli demokratik muhalefet üzerinde çok yönlü etkileri olacaktır.
Bir kere bu durum, Cumhur İttifakının gözünde demokrasi ve özgürlüğü savunan muhalefetin kürtlerle bağını koparmasına yol açabileceği gibi-ki iktidar kanadındaki asıl hesabın bu olduğunu düşünüyorum- tam tersine, Kürtlerin barışma ve anayasal temelde eşit vatandaşlık istekleri üzerine yaşatmaya çalıştıkları mücadele ile CHP'nin destekleyeceği yeni bir demokratik ittifaklaşma sürecini de zorlayacaktır.
Bütün bu olasılıkları önümüzdeki günlerde daha kapsamlı olarak tartışacağız. Son olarak bundan sonra geriye kalacak son müşterekte birleşmenin her türlü tehdit ve düşmanlaştırma baskılarına rağmen çekilen tarihsel sancılara çare üretecek tek olumlu sonuç olacağını düşünüyorum.
24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki Ermeni aydınları, siyasetçileri ve sanatçıları tutuklanıp, geri dönüşü olmayan bir sürgüne gönderildi.
Sonraki dönemde ise Ermeniler kitlesel olarak ölüme sevk edilerek, sürgün ve ölümler bir halkın kaderi haline geldi. Bu konuda yazılmış son derece önemli eserler vardır.
24 Nisan sadece bir anma günü değil, öğrenme, hatırlama ve daha iyi bir yaşam için mücadelenin önemini benimseme günüdür.
Bu nedenle bazı metinleri (bazen de yeniden) okumayı önerdim. Burada önerilen kitaplar, adlarını burada anamadığım diğer önemli eserlerin de okunmasına öncülük etmesi amacıyla tavsiye ettim.
Musa Dağında Kırk Gün – Franz Werfel
“Buraya nasıl geldim?” sorusunu Gabriel Bagratyan, aslında yalnızca kendi hâli için değil, bütün halkı için yöneltir.
Terry Eagleton, kitapların açılışlarını incelendiğinde (how to read literature) şu ifadeye dikkat çeker: “Edebi açılışların da kesin bir nitelik taşıdığı bir anlam vardır.” Kitabın sonunda hikâyenin bir sona kavuşması kesinlik taşırken, giriş kısmı belki de daha ağır bir sorumluluk üstlenir.
Çünkü okuyucuyu bir gerçekliğin içine götüren ve o gerçekliğin öncesinde yaşanan tüm olayları yansıtan bir başlangıç cümlesi, ancak bu kadar net sunulabilir. Bizi kendi anlattığı hikâyeye çekerken, Franz Werfel, olayların öncesini de açıklanması gereken bir konu olarak ortaya koyar. Biz 24 Nisan’a nasıl geldik?
Yıkıntılar Arasında - Zabel Yaseyan
1909 yılında Adana’da onbinlerce Ermeni’nin öldürülmesi, kendini savunmak zorunda kalan Ermenilerin mahkemelerde suçlu ilan edilmesi, Osmanlı Devleti’nin bu süreçteki rolü, failleri koruma siyaseti ve Patrikhane’nin tutumundaki değişim, Zabel Yesayan’ı bölgeye gidip tanıklığını kitaba aktarmaya yöneltir. Ezilenlerin yaşadıklarının şarkılara ve sözlü kültüre yansıması daha sık görülürken, bunların yazıya geçirilmesi çok daha sonra gerçekleşir.
Bu tür acılar, dinsel kurtuluş ve acının tanımını şekillendiren deneyimlere dönüşür. Ancak Zabel Yesayan’la birlikte, dünya tarihinde belki de ilk kez, bir katliamın neredeyse eşzamanlı olarak bir kurban tarafından böylesine detaylı ve çok yönlü aktarılmasına tanık oluyoruz.
Yani, kendi türünün ilk örneği —belki de en güçlü temsilcisi— sayılabilecek bu kitap, 1909’da yazılmıştır. 1915’e giden süreçte Adana katliamı, yaşanacakların habercisi olurken, kitlesel linç ve devlet eliyle yürütülen şiddet arasındaki ilişkiyi de gözler önüne serer.
Outcasting Armenians: Tanzimat of the Provinces - Talin Suciyan
Yakın dönemde Türkçe baskısının yayımlanması beklenen bu kitap, Osmanlı tarihçiliğinde modernleşmenin temellerinin atıldığı iddia edilen Tanzimat döneminde, gerçekte nasıl toprak gaspına giden bir sürecin yaşandığını ve Ermenilerin haklarının engellendiğini gözler önüne seren bir çalışmadır. Ermenilerin Osmanlı toplumu içindeki statü ve yaşamlarını ayrıntılı biçimde inceleyerek “ezilenlerin tarihi”ne önemli bir katkı sunar.
Osmanlı’daki Ermenilerin deneyimleriyle diğer Hristiyan ve Yahudi topluluklarının kaderleri arasındaki ortak noktaları vurgulayan eser, genellikle ihmal edilen Ermeni kaynaklarına dayanmaktadır. Bu noktada, Ermenilerin maruz kaldığı baskıların birçoğuna diğer Hristiyan ve Yahudi halkların da maruz kaldığını belirtmek gerekir.
Ayrıca 24 Nisan’ın, ilkel sermaye birikimi çerçevesinde birkaç dalga hâlinde hazırlanan bir “yok ediliş” olduğunu göstermesi açısından da dikkat çekicidir.
İstanbul’un Ermeni Amiralar Sınıfı - Hagop L. Barsoumian
Osmanlı tarihçiliğinin bir devlet anlatısı olduğunu en açık biçimde gösteren önemli eserlerden biri de bu kitaptır.
Devlet arşivleri ve resmî bakış açısıyla kaleme alınan kitaplarda tarih, ancak iktidarın izin verdiği ölçüde yazılabilir. Bu sadece akademik bir tartışma değil, çünkü buradaki tartışmalarla biçimlenmiş resmi tarih tezleri topluma dayatılmaktadır.
Hagop L. Barsoumian, bu kitabında Amiraların tarihini anlatırken, Osmanlı ekonomisinin nasıl işlediğini okuyucuya oldukça net bir şekilde aktarmaktadır. Eğer 24 Nisan’ı anlamanın yolu, onu ortaya çıkaran toplumsal koşulları ve tarihi bilmekten geçiyorsa, bu tarihi ortaya koyan en değerli kaynaklardan biri de kuşkusuz bu eserdir.
Tarih Kavramı Üzerine Tezler/Walter Benjamin
Walter Benjamin, tarih üzerine tezlerinde, ezilenlerin geleneğinin bize “olağanüstü hâl”in gerçekte kural olduğunu öğrettiğini söyler.
Devlet, tutuklamalar, cinayetler ve baskılarla geniş kitlelere karşı siyasetin yöntemlerini uyguladığında, tam da bu uyarı sayesinde durumun şaşkınlığına kapılmaktan kurtuluruz. Walter Benjamin, “Bu durum yeni değil, algınız yeni,” der gibidir bize.
Tarihin efendiler tarafından anlatılmasının karşısında, ancak ezilenlerin kendi anlatılarıyla hakikate ulaşılabileceğini de gösterir. Bu yalın gerçek, neredeyse tüm Osmanlı tarihçiliğini geçersiz kılabilecek güçtedir. 24 Nisan 1915’i anlamak için Tarih Tezlerini yeniden veya ilk kez okumayı düşünmek gerek.
Yukarı Fırat Ermenileri 1915 ve Dersim - Hovsep Hayreni / Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı - Recep Maraşlı / Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi - Nevzat Onaran / Ermeni Soykırımı - Raymond Kevorkian
Buradaki dört farklı kitap, son derece geniş kaynakları, bilgileri ve isimleri bir araya getiriyor; birbirini tamamlayan bir bütünlük içinde okunması, toplumsal gerçekliği anlamak bakımından büyük önem taşıyor.
Bunları birlikte okumak, Dersim ve Tarihî Ermeni Platosu üzerine yoğun bir bakış sunarken, İstanbul merkezli mülk ve sermaye gaspını da hesaba katarak olayları daha kapsamlı biçimde kavramamıza yardımcı olur.
Ermeni Soykırımı adlı kitap ise bu sürecin birbirine bağlı kronolojik ve politik ilişkilerini kavrama yolunda önemli bir kaynak işlevi görüyor. İnkarın güçlü dinamiklerle ayakta tutulmaya çalışıldığı bir sistemde, bu dört kitap gerçeğe yaklaşmak konusunda bizlere büyük destek sunmaktadır. İlkel sermaye birikimi, pasif devrim ve sürekli devrim gibi kavramların, eserlerdeki kaynaklar ışığında yeniden yorumlanması ise önümüzdeki dönemin önemli bir görevi olarak okuyucusunu beklemektedir.
Paramazlar - Yetvart Çopuryan
Bu kitap, 1921 yılında İstanbul’da Ermenice basılmış orijinal bir esere dayanılarak oluşturulmuştur. İlk baskıda “Darağacında 20 Kişi” başlığıyla yayımlanan eser, özellikle dönemin siyasi ve sosyal ortamını; Ermeni devrimci hareketiyle sosyalist direnişin izlerini gün yüzüne çıkaran materyallerden derlenmiştir.
Kitap, arşiv belgeleri, gazete yazıları, tanıklık notları ve sözlü tarih gibi kaynakların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış; orijinal metindeki dil ve üslup korunarak, Türk okurlarının anlayabileceği biçimde çevirmen Aris Nalcı tarafından aktarılmıştır.
Derleyen Yetvari Çapuryan’ın titiz çalışmaları sayesinde eser, orijinal Ermenice baskıdan edinilen materyallerin ek açıklamalar, notlar ve eklemelerle zenginleştirilmesiyle bugünkü hâlini almıştır. Bu süreç, hem kaybolmaya yüz tutmuş orijinal belgelerin korunmasına hem de Ermeni devrimci hareketi ve soykırım olaylarının daha geniş kitlelere ulaşmasına katkıda bulunmaktadır. Kahramanlık haçını Golgotha tepesine doğru sırtlamış Ermenilik kavramını Paramaz kullanırken, bu kavramı daha sonra yeniden göreceğiz.
Ermenilerin Golgothası - Krigoris Balakyan
1915’te İstanbul’da tutuklanıp ölüm yolculuğuna gönderilen rahip Krigoris Balakyan, yolda bizzat tanık olduğu katliam ve sürgünleri Ermenilerin Golgothası adlı eserinde dile getirir.
Paramaz’dan tanıdığımız kavram olan “Golgotha” Hıristiyanlıkta İsa’nın çarmıha gerildiği yeri simgeler ve bu kitapta Ermenilerin çarmıha gerildiği süreci sembolize eder. Balakyan, Osmanlı topraklarında yürütülen sistematik katliamın en dehşet verici yönlerini betimlemekle kalmaz; kendi hayatta kalma mücadelesini, rastladığı sayısız kurbanın hikâyesiyle birlikte aktarır.
Hem çağdaş tanıkların anlatılarına hem de orijinal belge ve kaynaklara dayanan bu eser, Ermeni Soykırımı’nın en çarpıcı ve detaylı tanıklıklarından biri olmuştur. (Ölüme Kıl Payı - Hampartsum Çitçiyan'ın Anıları - kitabı gibi anı kitapları, tanıklık ederek soykırımı anlatmakta)
Deliliğin Arkelojisi - Rita Soulahian Kuyumjian
Gomidas, bir başka müzik mümkündürün sembolüdür. Ermenice, Türkçe ve Kürtçe gibi şarkıları orjinal dillerinde kayıt altına tutan Gomidas’ın yerini daha sonra Muzaffer Sarısözen gibi isimlere bırakmıştır, artık şarkılar ve ezgiler çok dilli değil, uydurdukları Türkçedir. Gomidas’ın psikoloji dünyasının sınırlarında gezer iken, 1915 Soykırımında kendimizi tekrar tekrar buluyoruz.
Makaleler
Soykırım hikâyesi, bu topraklarda aynı zamanda bilhassa ninelerin hikâyesidir. Hrant Dink’in de dediği gibi “her Ermeni bir belgedir” ve gerçekliğini korumaktadır.
Mutlu insanlar birbirine benzerken, soykırım mağduru Ermenilerin mutsuzluk ve üzüntüleri kendine özgüdür. Bu nedenle, uzun soluklu okumaların yanı sıra aile hikâyelerinin anlatıldığı üç makaleyi de öneriyorum:
Kemani Sarkis Efendi’nin bu güzel şarkısı günümüzde bazı çarpıtmalara maruz kalmaktadır. Şarkının “Zulmet” kısmı “Vuslat” şeklinde değiştirilerek, uydurma yazarların adları öne sürülmekte ve 1921’de Türkiye’yi terk eden Sarkis Efendi’nin eserinin orijinali korunmamaktadır. Oysa şarkıyı aslına uygun icra etmek bile inkâr siyasetine karşı önemli bir duruş niteliği taşıyabilir.
Şevval Sam’ın sesinden, özgün metne sadık bir yorumla dinlemek isteyenler için buraya bırakıyorum.
Gomidas-Grung- Sako Ketenjian
Grung (turna), bu toprakların dini ve kültürel motiflerinde en sık rastladığımız canlılardan biridir ve Gomidas’ın şarkısında da kendine yer buldu.