Aramızdaki tek fark devlet, ki biz ondan vazgeçtik

2010 yılında Diyarbakır’da hayatını kaybeden gazeteci ve yazar Evrim Alataş’ın 2007 yılında Birikim Dergisi’nde yayımlanan “Aramızdaki tek fark devlet, ki biz ondan vazgeçtik” başlıklı yazısının bir bölümünü yeniden yayımlıyoruz.
60 yaşında bir adama bir inek bedeli başlık parasıyla “verildiği” için soluğu dağlarda alan İran ya da Iraklı Kürt kızlar için; Avrupa’ya yerleşip de oranın kültürünü almış, eğitimini görmüş, ekonomik durumu yerinde olan bir genç için neyin adresiydi dağlar? Bu sorulara yanıt arayan ve İstanbul’dan, Ankara’dan bakan bir entellektüelin, Batılı oryantalistlerin Hz. Ayşe’yi yorumlarkenki “İslam’ın kölesi” yanılgısına düşmemesi gerekiyor. Çünkü kanaatimce sıkıntı burada başlıyor. Ve burada başladığı için “Birlikte cepheye mermi taşımıştık” diyen ortalama demokratlarla ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile “biz kardeşiz” ifadeleri arasına sıkışan sol kesim hâlâ Kürtlerin “kendilerine gelmesini” bekliyor. Aydın-entelektüel-akademisyen kesiminde ise “daha usturuplu” laflar edecek birtakım beyaz Kürtlerin çıkması bekleniyor, Godot’yu bekler gibi. O kutlu kişiler çıkana kadar ya da Kürtler “kendilerine gelene” kadar herkes onlar adına düşünüp, Kürdün “iyi” halini tasavvur ediyor. Diyarbakır’ın bir “eyvan gecesi”nde, Bedri Ayseli’nin “Körolasan Suzan Suzi”sini rakı eşliğinde dinleyip, telefonlarında Hasan Cemaller’den Taha Akyol’lara uzanan fihristler tutup, bir besmele kıvamında Öcalan’ın ne de yanlış şeyler söylediğinden başlayarak “Yazık oluyor bunca çoluk çocuğa” diyen ve bütün bu otuz yıllık dönemi “Ne manası vardı kardeşim”le özetleyen Kürtleri... Diyarbakır Cezaevi’nde yediği dayakların izini vücudunda hâlâ taşıyan, ya Irak tarafından ya da bu taraftan fark etmez, bir devlet elinin kafasını okşayacağı siyasi partiler hayal edenleri... Lakin yirmi yıl önce duvarlarında “Türkçe konuş çok konuş” yazan Diyarbakır Cezaevi’nde Kürtçe konuştuğu için dayak yiyenler; şimdi bu içki masasında, Bedri Ayseli’ye bir peçeteye cizittirerek “Ka Kurdî jî bêje kekê!” (Kardeş hele Kürtçe söyle) demekteler... Bu da kaderin Kürde cilvesi olsun…
Velhasıl herkes kendi Kürdünü istiyor. Fakat sevgili arkadaşlar, bütün bu hikâyelerin altında Kürdün ıslah süreçleri vardır. Kim neye ne oranda direnç gösterebildiyse gösterdi! Bağışlayın, bu uzun dönemi bilmiyorsunuz, hiç uğramadınız buralara, ama Lozan’dan sonra biz epeyce yorulduk. Cepheye taşıdığımız mermilerden belimiz burkulmuştu, ancak doğrulttuk. Ve doğrulduğumuz vakit etrafımıza bir baktık ki halimiz hal değil! Kim ki bu hali anlaya çalışıyorsa, o vakit, istatistik ve anket sonuçlarının dışına çıkıp, Kürtlerin dinî-kültürel-ekonomik dokusunu iyiden iyiye incelesin. Çünkü elli yaşlarında bir Dersimli kadının “Heeooowww, Mao gibi bizim de yürüyüşüm uzundur” demesinden; atmış yaşlarında bir Kürt esnafın, 1999’da PKK’nin bağımsız Kürdistan fikrinden vazgeçmesini yorumlarken, “Bisiklete binmeden uçak istemek olmazdı. Canla kanla derdimizi anlattık. Şimdi uçağa binebiliriz” demesine uzanan bir dönemdir. Zira bu dönem Kürtler sadece tabut saymadı.
Peki neydi bu yaşlı adamın içinde pedalları dönen bisiklet?
Kürt sorununu sağduyulu analiz eden entelektüeller dahi, bu meselenin çıkış yolunu ve yöntemlerini tartışırken çelişkiye düşüyor. Bazı yazarlar, Kürtlerin en basit haklarını bile kazanmalarında PKK’nin silahlı ayaklanmasının etkin olduğunu ifade edip “ne yazık ki” diye bağlarlarken düşüncelerini, başka yazılarında “Nasıl olur da bir ülkenin sınırları içinde birileri eline silahı alıp dağa çıkar, ardından da o ülkenin askerî ve siyasi otoritelerinden karşılıklı anlaşma beklerler” noktasına ulaşıyorlar. Bu kafa karışıklığının temelinde, bir üst-kimlik psikolojisi ve bu psikolojinin yarattığı mesafe, mesafenin ulaştırdığı tanımama yatmaktadır. Fakat eli vicdana, şapkayı öne koyalım: Hangi “etnisiteye” mensup olduklarını hâlâ bilmediğimiz ve bir türlü yerinde oynamayan şu 30 bin ölü rakamının karşılığında varılan nokta nedir? Aynı şeye dönüyorum. “En geri noktada başlamış olma” itibari ile bu kadar ölünün, alt-üst oluşun karşılığı “Kürdüm” diyebilmek, yazabilmek, konuşabilmektir! Daha da geri olan, Kürt sorununu dilimiz döndüğünce tartışabilmektir. 30 bin ölü, bu konuyu ancak tartışabilme noktasına getirdi. İşte şimdi doğru noktalarda tartışmazsak, 30 bin kişi daha ölebilir, ölüyor da… Peki bu ayaklanma olmasaydı, devletin “evrimleşme” süreciyle beraber tüm bunlar hayata geçer miydi? 12 Eylül yasaları ile yönetildiğimizi hatırlataraktan soruyu düzenlemiş olayım…
Uçak ne?
1999’dan sonra PKK hızlı bir değişime girdi. Kimileri bunu Öcalan’ın tutukluluk halinden kaynaklı “idam korkusu”na yorup kenara çekildi. Ancak bu arada ciddi stratejik değişiklikler yaşandı. En önemlisi, bağımsız devletten vazgeçildi. Peşi sıra birçok öneri gelişti ve nihayetinde iktidardan uzaklaşılıp, demokratik konfederalizm son durak oldu. Ve bu süreç ateşkesler, karşılıklı masaya oturup kültürel ve siyasi hakların tanınması talebi ile devam ediyor. Özellikle 1999 ile 2005 yılları arasında ise dağ kadroları ve şehirlerdeki tüm kurumları, organlarıyla beraber bu süreç tartışıldı. Savaşsız geçen dönemde ise dağ kadrolarının tümü kendini bu yeni döneme uyarladı. Birimleşmelere gittiler ve kültür sanat komiteleri, bilim komiteleri oluşturdular. Yani şimdi “sağ” yakalanan bir PKK’liyi ya da Diyarbakır’da bir PKK sempatizanı genci alıp konuşsanız, size Sümerlerden başlayıp Foucault’ya kadar uzanan bir iktidar çözümlemesinde bulunur. Lakin aynı genci bir gösteride panzer taşlarken görürseniz, size önerim biraz tebessüm ederek Edward Said’i anmanızdır. Biliyorum zor, ama Kürdün hali budur! Demem o ki bu meseleyi irdelerken, bu işin hem politik hem de askerî halini dağa kilitlememek gerekir.
… Şimdi gelelim bugüne, işin dertli kısmına ve yazıya başlık olan meseleye... Öncelikle durumu eşitlemek gerekiyor. Nedir eşitlemek? Bütün silahlı oluşumların, otoritelerin uzağında, karşılıklı oturup, şemamızı çıkaralım. Silaha merakım yok ve nazarımda ölüm hiçbir kutsallık barındırmaz. “Şehitlere” ve “gazilere” uzağım. Ve hatta tüm politik eğilimlerden sıyrılmış durumda, çekime uğramamış bir Kürt olarak masanın bu tarafına oturduğumu varsayıyorum. Daha da açayım, bu yazıyı okuyanlar, belki sadece bu meseleye yazarak kafa yoruyorsunuz; ben de öyleyim. Diyorum ki, aramızdaki tek fark devletsizliktir, ki bu taraf ondan vazgeçti! Şemanın başındaki unsur silindi yani. Geriye kalanları sıralayalım. Meşru veya gayrımeşru, önemli değil. Silahlı birlikler mi? İki tarafta da var… Askerî ve sivil siyasetçiler mi, eyvallah, o da var. Kültür bakanlıklarından, medyaya, işadamlarından sanatçılarına, televizyonlarından radyolarına, bayrağından milli marşına ve kadrolarına kadar o tarafta ne varsa, bu tarafta da var. Bayraklar ve marşlar, silahlar ve bombalar çok mu önemlidir toplumlar için? Çok mu mubahtır tüm bunlar? Önemli değil. Durum eşit! Bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla... Ama gayrımeşru! Mesele şu ki, bütün bunların varlığı aklıselim bir biçimde kabul edildiği anda durum kolaylaşacak. Çözüm de kolaylaşacak. Bahsettiğim şey empati kurmak, yaraları sarmak falan değil. Biz size gelelim çay içelim, siz bize gelin kurabiye yiyin de değil. En açık yanıyla, iki güç, iki taraf var ortada. Bu eşitleme halinin siyasi ve askerî otoritelerce dikkate alınması gerektiği üzerinde durmuyorum şu anda. O uzun mesele. Bizler için yazıyorum bunu. Bu meseleyi dert edenler için. Kimliğimizden ve biz farkına varmadan damarlarımızda dolaşan asil kanlardan beş saniyelik ödün verelim. İşte gerçek burada başlıyor. Sert, kabullenmesi zor, ama gerçek! (EA/TY)
Yazının tamamını okumak için tıklayın.