Aki Kaurismäki’nin sinema evreni: Umutla direniş, umutla dayanışma

Aki Kaurismäki’nin sineması, Finlandiya’nın soğuk ve hareketsiz manzaralarına benzeyen bir dinginlikle izleyicisini karşılar. Karakterleri az konuşur, yüzlerinde belirgin bir duygu patlaması yoktur, mekânlar ise sanki geçmişin soluk bir zaman diliminde sıkışıp kalmıştır. Ancak bu minimal, soğuk ve nostaljik atmosferin derinlerinde, her an filizlenmeye hazır bir umut ve dayanışma duygusu saklıdır. Yönetmenin filmleri, kimi eleştirmenler tarafından "soğuk" olarak nitelendirilse de, aslında içinde sürekli hatırlatılan sıcak bir insanlık bağı ve “bir arada durabilme” arzusu barındırır. Özellikle göçmenlik, dışlanma, yoksulluk ve işsizlik gibi temaları işlerken, ince mizahı, direnişi ve başkaldırıyı ustalıkla kullanarak, sinemasını hayatın içinden yükselen bir dayanışma çağrısına dönüştürür.
Kaurismäki’nin karakterlerinin çoğu, küresel çağın hızlı ve acımasız akışına ayak uyduramayan ya da uydurmak istemeyen insanlardan oluşur. İşsiz kalmış maden işçileri, iflas eden küçük esnaf, şehrin sokaklarında kaybolmuş evsizler, ya da savaş veya ekonomik nedenlerle göç etmek zorunda kalmış kişiler, onun hikâyelerinin ana ekseninde yer alır. Özellikle Le Havre (Umut Limanı, 2011) ve The Other Side of Hope (Umudun Öteki Yüzü, 2017) filmlerinde, göçmenlik konusu, birçok yönüyle ele alınır. Fransa’da, Finlandiya’da veya dünyanın herhangi bir yerinde olağan vatandaşlar için gündelik olan şeylerin, göçmenler için ne denli zor ve engellerle dolu olduğuna dikkat çeken yönetmen, bu gerçeği seyircinin gözleri önünde karmaşık politik söylemlere başvurmadan, yalın ve etkili bir sinema diliyle sunuyor. Bu yalınlık, aynı zamanda karakterlerin ufak jestlerinde beliren güçlü bir etik duruşa da alan açıyor. Çünkü Kaurismäki’nin sinemasında, “etik” olan her zaman “legal” olanla örtüşmez; hatta çoğu zaman yasal sınırları delmek pahasına etik olana yer açılır.
Göç
Yönetmen, Umudun Öteki Yüzü'nde Suriye’den kaçan Khaled’in hikâyesi, devletin bürokratik duvarlara takılan, üzerlerine “mülteci” etiketi yapışmış binlerce insanın hikâyesini anlatıyor. Kâğıt üzerinde tanımlanmış göçmenlik yasaları, sığınma prosedürleri ya da devletlerin çizdiği sınırlar, Kaurismäki’nin kamerasının önünde bir vicdan tartışmasına dönüşüyor. Bazı karakterler, polise veya devlete herhangi bir şekilde direnmek yerine, küçük ama anlamlı yardımlarla Khaled’i desteklemeye koyulur. Bu yardımlardan biri de göç bürosunda çalışan bir kadının, adeta göz yumarak Khaled’in, sınır dışı edilmemek için tutulduğu yerden kaçmasına olanak tanımasıdır. Hukuksal açıdan kabul edilemeyecek olan bu eylem, izleyicinin gözünde ahlaki açıdan sarsılmaz bir doğruluk hissi uyandırır. Çünkü bir insanı, muhtemelen ölüme gideceği ya da en iyi ihtimalle şiddete maruz kalacağı bir yere geri göndermek, “yasal” görünse de “etik” değildir.
Böyle bir noktada film, Hannah Arendt’in (1963) kötülüğün sıradanlığı tartışmalarını hatırlatıyor. Arendt, bürokratik işleyişin getirdiği emirleri “Ben sadece görevimi yapıyorum” diyerek uygulamanın, tarihin en zalim sonuçlarına yol açabileceğini anlatır. Kaurismäki de yönetmen koltuğunda, “Ben sadece vicdanıma kulak veriyorum” diyen hayatın gündelik akışı içindeki sıradan ama cesur karakterleri sahneye çıkararak, yasanın dar kalıplarının ötesinde bir etik anlayışın var olabileceğine işaret ediyor.
Mülteciler ve işsizler
Umut Limanı filminde de benzer bir tablo ortaya çıkar. Bu kez mekân Fransa’nın sakin bir liman kentidir. Ayakkabı boyacısı olan Marcel Marx, Afrika’dan gelen göçmen bir çocuğa rastlar ve onu saklamaya karar verir. Bu çocuk, Calais gibi mülteci kamplarından İngiltere’ye geçmek isteyen binlerce insanı temsil eder. “Yasa dışı” göçle ilgili sıfatların havada uçuştuğu, kamuoyunun “kaçaklar”, “belgesizler” gibi ifadelerle göçmenlere yaklaştığı bir dönemde, Marcel ve mahalle sakinlerinin çocuğu korumak için oluşturdukları küçük dayanışma ağı, izleyiciyi alternatif bir dünyanın mümkün olduğu düşüncesine taşıyor.
Kaurismäki sinemasında dikkat çeken bir başka husus, mültecilerin ve işsizlerin aynı filmde, benzer dışlanmışlık kodlarıyla ele alınmasıdır. Örneğin Drifting Clouds’ta (Sürüklenen Bulutlar, 1996) işsizlik krizi ve yoksulluk, karakterlerin yüzlerinde aynı donuklukla kendini gösterirken, Umudun Öteki Yüzü'nde göçmenlik bürokrasisinin reddettiği bir mültecinin öyküsü sanki benzer bir dışlanma hikâyesiyle paralel akar. Bu, aslında küresel kapitalizmin belirlediği “makbul” yurttaşlar ve “istenmeyen” kişiler ayrımına ince bir eleştiri olarak okunabilir. Neoliberal kapitalist düzen, işsiz kalanı da mülteciyi de görünmez kılmaya çalışır; ancak Kaurismäki kamerasını onlara çevirerek, “görünmez” bıraktırılanları sahnenin merkezine yerleştiriyor.
Bu anlatım tarzında, dayanışmanın, direnişin ve şefkatin, büyülü bir değişim yaratabileceği düşüncesi ile güçlü bir umut vurgusu taşır. Ernst Bloch’un “umut ilkesi”[1] kavramıyla da örtüşen bu yaklaşım, en karanlık dönemlerde dahi insanların küçük eylemlerle yeni bir gelecek umudunu diri tutabileceklerini ileri sürer. Kahramanlarımız çoğu zaman kaybedenler kulübünden gibi görünüyor: Cepleri boştur, gelecek hayalleri puslu ve sislidir, politik güce sahip değildirler. Buna rağmen, yan yana durduklarında ve birbirlerine sahip çıktıklarında, mikro ölçekte de olsa sisteme karşı “sessiz devrim” kıvılcımı yaktıkları hissedilir. Böylece “başka bir dünya mümkün mü?” sorusunu, laf kalabalığına boğmadan, koca pankartlar açmadan, ama güçlü bir inançla dile getirir.

Dilemmalar
Göçmenlik konusuna döndüğümüzde, Kaurismäki’nin eserlerinde “zorunlu göç” kavramına ayrı bir vurgu bulunduğunu görürüz. Göçmenlik çoğu zaman “isteyerek” yapılan bir eylem değildir; hele de savaş, kıtlık, politik şiddet ve benzeri sebepler söz konusu olduğunda, “yasa dışı göç” ifadesini kullanmak bile ahlaki açıdan sorunlu hâle gelir. Bir insanın canını kurtarmak için sınırları aşması, evini barkını geride bırakması, “belgesiz” ya da “kaçak” diye yaftalandığında, esas sorunun aslında göçmenlerin kendisi değil, onlara dair önyargılar, devletlerin oluşturdukları ve “yasal” çerçeve ile güvence altına aldıkları sitemleridir. Kaurismäki de bu sistemlerin yarattığı etik ikilemleri hikâyelerinde açıkça sergiler. Bir yandan polis kontrolleri, sorgular ve evrak işlemleri, öte yandan mahallelinin basit ama içten gelen dayanışması aynı filmin farklı sahnelerinde çarpıştırılır. İzleyici, bu ikili karşıtlık içinde “Hangisi daha insani?” sorusuna yanıt aramaya başlar.
Burada devreye, etik ve legal arasındaki çatışmanın somutlaştığı anlar girer. Umudun Öteki Yüzü'nde Khaled’in Finlandiya’dan sığınma talebi reddedildiğinde, karakterler bu kararı kendi vicdanlarıyla tartar. Yasaya uymak, Khaled’in geri gönderilerek büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmasına göz yummak anlamına gelir. Bu noktada, restoran sahibi Wikström ve çevresindekiler, kendi suçlanma durumlarını da göze alarak Khaled’i korumayı seçerler. Kâğıt üstünde “suçlu” sayılabilecek bu insanlar, derin bir insani dayanışmanın içindedir. Aki Kaurismäki, böylesi bir ikilem üzerinden, yasal düzenin her zaman ahlaklı bir düzen olup olmadığını sorgulatır. Giorgio Agamben’in (1995) “çıplak hayat” ve “istisna hâli” üzerine söylediklerini anımsatan bu yaklaşım, devletin mülteciyi “hiçbir hakka sahip olmayan” bir homo sacer[2] (kutsal/lanetli insan) konumuna itebileceğini gösterir. Kaurismäki filmlerinin kahramanları, devletten umudunu kesmiş insanları topluma dahil etmek için çabalamayı seçer. Bunu yaparken gösterişsiz, hatta sessizdirler; ama bu sessizlik, vicdanlı ve dayanışmacı eylemin haklılığını daha da duyulur kılar.
Bir kapıyı aralamak
Bu küçük ortaklaşmalar, sadece göçmenlere kapı açmakla kalmaz, bir yandan da “aktif umut”[3] dediğimiz şeyi harekete geçirir. Joanna Macy ve Chris Johnstone’un (2012) active hope olarak kavramsallaştırdığı yaklaşım, umudun pasif bir duygu değil, eyleme dönüştüğü takdirde gerçek anlam kazandığını hatırlatır. Kaurismäki filmlerinde de “umutsuzluğa mahkûm” diye düşündüğümüz karakterler, belki dünyayı toptan değiştiremez ama en azından bir insanın hayatını kurtaracak kadar harekete geçerler. Bu, pasif bir bekleyişten çok uzaktır. Karakterler, politik arenada aktif rol oynayan figürler değildir; mitingler düzenlemez, büyük konuşmalar yapmazlar. Ancak bir kapıyı aralamak, bir yemeği paylaşmak, evin bodrumunda birine yatacak yer vermek veya onun adına sahte evrak düzenlemek gibi küçük ama cesur adımlarla, neoliberal yalnızlaşmanın, kapitalizmin ve onların yarattığı yıkımın buz gibi soğuk duvarlarında ince çatlaklar oluştururlar. Bu çatlaklar, “başka bir dünya” fikrinin sızabileceği küçük aralıklardır.
Kaurismäki’nin film estetiğinde bir başka dikkate değer nokta da müziktir. Genellikle rock’n roll ve Fin tangoları eşliğinde, mekânlar adeta geçmişin nostaljisiyle bezenir. Bu müzik tercihleri, filmlerin atmosferine hem absürt bir neşe hem de insani bir derinlik katıyor. Göçmen hikâyelerine eşlik eden bu müzik, karakterler arasındaki kültürel farklılıkları kimi zaman örtmekte, kimi zaman da yeni bir paylaşım zemini yaratmaktadır. Örneğin Umudun Öteki Yüzü'nde Khaled, kendi geleneksel müziğini söylemeye başladığında ortamdaki herkes bir an duraklar; sonra bir şekilde o müziğe eşlik ederler. Bu sahneler, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini hatırlatan geçişler gibidir. Farklı dünyalardan gelen insanların, paylaşılan bir şarkı veya dans aracılığıyla “ortak” bir alana geçmesi, sadece sinemasal bir gösterge değildir; aynı zamanda “yabancı” görülenle “biz”in nasıl birleşebileceğine dair umudu besleyen bir simgedir.
Dayanışmanın sinemasal estetiği
Tüm bu incelikli ayrıntılara rağmen Kaurismäki, asla ajitatif bir dram veya büyük sloganlarla sahneyi dolduran bir sinema üretmez. Karakterlerinin yüzlerindeki ve bakışlarındaki ifadesizliğin ardında, varoluşsal bir acının mizaha karıştığı bir ton yatar. Bir yandan yoksulluk, dışlanma ve çaresizlikle mücadele eden insanları görür, öte yandan küçük bir espri veya varoluşsal bir absürtlük barındıran bir şaka ile gülümseriz. Bu gülümseme, seyircinin dünyayı çok daha katlanılır görmesini sağlasa da gerçekte büyük bir trajedinin ortasında olduğumuzu da sürekli hissettirir. Hâl böyleyken Kaurismäki sineması, hüzün ve sevinci aynı anda yaşatır; insana dair umut kırıntıları, tam “Her şey bitti” dediğimiz anda bir umut olarak belirir.
Bu bağlamda, “Başka bir dünya mümkün mü?” sorusuna Kaurismäki’nin yanıtı açıktır: Evet! Ancak bu dünya büyük ideolojik manifestolar ya da sarsıcı devrimleri bekleyerek değil; sıradan insanların gündelik cesaretiyle, sorumluluk alarak, küçük fakat anlamlı eylemlerle inşa edilir. Bir göçmene uzatılan yardım eli, paylaşılan bir yemek, göz ardı edilen bir belge ya da bir başkasının yükünü omuzlayan işsiz bir madenci… Kaurismäki sinemasında dönüşüm, tam da bu mütevazı dayanışma anlarında hayat bulur. Onun filmleri, yüzeydeki donuk ifadelerin ardında derin bir insani sıcaklık taşır; pastel tonların melankolisi ve uzun sessizliklerin içindeki varoluşsal direniş, bizi bu umudu fark etmeye çağırır. Ve bu dayanışma, dünyanın ne denli eşitsizlikler, sömürü ve dışlanmışlıklarla dolu olduğunu bilerek var olur. Kaurismäki’nin sinemasındaki umut, nahif bir iyimserlik değil, tam da bu adaletsizliği bilerek, ona rağmen yan yana durabilmenin cesaretidir. (MK/TY)
Dipnotlar
[1] Ernst Bloch’un Umut İlkesi (Das Prinzip Hoffnung, 1954-1959), insanın geleceğe yönelik arayışını ve değişim potansiyelini vurgulayan bir kavramdır. Bloch’a göre umut, yalnızca bir duygu değil, tarihsel, toplumsal ve politik bir dinamizmdir; insanı mevcut gerçekliği aşmaya ve “henüz-varolmayan”ı (Noch-Nicht-Sein) hayal etmeye yönlendirir. Umut, edilgen bir bekleyiş değil, gerçekleşme olasılığı taşıyan bir yönelimdir. Sanat ve ütopyacı düşünce, bu umudu beslerken, Bloch’un yaklaşımında umut, politik bir dönüşümün de temel taşıdır. Kaurismäki’nin sinemasında da benzer bir anlayış görülür: Karakterleri, büyük ideallerin değil, gündelik hayatta küçük ama anlamlı dayanışma anlarının insanlarıdır. Bu yüzden Bloch’un umudu, sadece bir gelecek tasavvuru değil, bugünün içinde var olan harekete geçirici bir güç olarak anlaşılmalıdır.
[2] Homo sacer, Giorgio Agamben’in Roma hukukundan alarak modern egemenlik ve biyopolitika bağlamında yorumladığı bir kavramdır. Antik Roma'da homo sacer, hukuken öldürülebilir ancak kurban edilemez bir figürdü; yani hukuk tarafından dışlanmış, ancak tamamen devletin keyfi tasarrufuna bırakılmış bir varlıktı. Agamben, bu kavramı modern dünyadaki mülteciler, toplama kampı mahkumları ve hukuki statüsü belirsiz bireyler üzerinden açıklayarak, egemen iktidarın çıplak hayat üzerindeki kontrolünü vurgular. Homo sacer, hiçbir siyasi hakka sahip olmadan yalnızca biyolojik olarak var olan, hukukun koruma alanının dışında bırakılmış insanı temsil eder. Agamben’in analizi, modern devletlerin istisna hali (state of exception) aracılığıyla belirli grupları hukuk dışına iterek çıplak hayat statüsüne indirgeyebileceğini gösterir. Örneğin, mülteciler, savaş esirleri veya belgesiz göçmenler vatandaşlık haklarından yoksun bırakılarak yalnızca biyolojik varlıklarına indirgenen insanlar olarak düşünülebilir.
[3] Aktif umut, Joanna Macy ve Chris Johnstone’un geliştirdiği, umudu pasif bir beklenti olmaktan çıkarıp bilinçli bir eylem haline getiren bir kavramdır. Aktif umut yalnızca olumlu bir sonucun gerçekleşmesini dilemek değil, o sonuca ulaşmak için sorumluluk almayı ve harekete geçmeyi gerektirir. Bu yaklaşım, öncelikle mevcut gerçekliği olduğu gibi kabul etmeyi, ardından daha iyi bir geleceği hayal etmeyi ve bu geleceği inşa etmek için somut adımlar atmayı içerir. Toplumsal, çevresel ve politik dönüşüm süreçlerinde bireyleri umutsuzluk ve çaresizlikten kurtararak değişime katılımı teşvik eder. Böylece aktif umut, sadece bir duygu değil, kolektif dönüşümü mümkün kılan bir eylem biçimi haline gelir.
Kaynakça
Agamben, G. (1995). Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life. Stanford University Press.
Arendt, H. (1963). Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil. Viking Press.
Bloch, E. (1986). The Principle of Hope (Vol. 1-3). MIT Press.
Macy, J., & Johnstone, C. (2012). Active Hope: How to Face the Mess We're in with Unexpected Resilience and Creative Power. New World Library.