Stavros Stavrides ile Tempi tren faciası üzerine söyleşi

Tempi tren kazasının ikinci yıldönümünde Yunanistan, neoliberal politikaların ve kemer sıkma dayatmalarının yarattığı derin adaletsizliğe karşı yükselen halk öfkesiyle sarsıldı.
Genel grevler ve kitlesel sokak eylemleri, son yılların en büyük direniş dalgalarından birine dönüştü. Biz de yanı başımızda cereyan eden bu sürecin arka planını daha iyi kavrayabilmek için, özgürleştirici ve müşterek mekânsal pratikler üzerine çalışan, Müşterek Mekân ve Kentsel Heterotopya kitapları Türkçeye kazandırılmış mimar ve akademisyen Stavros Stavrides ile konuştuk.
Stavrides, bu kitlesel hareketin kamusal alanın yeniden sahiplenilmesi ve alternatif örgütlenme biçimlerine alan açması açısından önemli bir süreç olduğunu vurguluyor. Söyleşimizde, protestoların temel dinamiklerini, güvenlik politikaları ve özelleştirmenin yarattığı etkileri ele alırken, bu direniş biçimlerinin Yunanistan’daki siyasi atmosferi nasıl etkileyebileceğini tartışıyoruz.
Tempi kazasının 2. yıldönümünde Yunanistan’da patlak veren kitlesel protestoları nasıl değerlendiriyorsunuz? Protestoların ardındaki temel motivasyonlar ve talepler göz önüne alındığında, protestolar sırasında sıkça atılan “artık yeter” sloganının toplumsal karşılığı nedir?
Bu büyük çaplı protestoların aslında Yunanistan’daki adalet ve yönetim koşullarına yönelik güvensizliği ortaya koyduğuna inanıyorum. Taleplerin çoğu yalnızca Tempi’de yaşananların adil şekilde yargılanmasını sağlamakla sınırlı değildi; bunlar, temelde seçkinlerin çıkarları uğruna çalışan hükümetin sert ve adaletsiz politikalarına karşı kolektif bir tepkiydi. Ağır kemer sıkma politikalarının ardından bu olay öfkenin yoğunlaştırıcısı hâline geldi: Maaşlar düşerken, temel ihtiyaç maddeleri gittikçe pahalılaşıyor ve kibirli bir siyasi-ekonomik seçkin kesim, halkın ihtiyaçlarını tamamen görmezden geliyor; insanlar açıkça “yeter artık” diyor gibiler. Bu harekete geçişlerin, Yunanistan için umut ve gelecek vaat ettiğini düşünüyorum.
SYRIZA deneyimi
2008 sonrası yükselen toplumsal hareketlerin ve SYRIZA deneyiminin ardından sokak hareketlerinde görülen düşüşü nasıl yorumluyorsunuz? Bu siyasi dönüşüm, kamusal alanların kullanımında ve anlamında ne gibi değişiklikler yarattı?
Gerçekten de 2008 döneminde, aralık ayında yaşanan gençlik ayaklanması sırasında sokak hareketleri oldukça aktifti. Sonrasında bu hareketler, yoğun baskıyla karşılaştıkları için büyük ölçüde geriledi. 2015 civarında, çoğunlukla Asya ve Afrika’daki savaşlar ve yoksulluk nedeniyle Yunanistan’a kitlesel olarak gelen mültecilerle dayanışma amacıyla yeni eylemler ve halk inisiyatifleri ortaya çıktı. Ardından, SYRIZA’nın iktidara yükselişiyle birlikte ortaya çıkan değişim vaatleri nedeniyle protestolar tekrar azaldı. Bu süreçten sonra yaşanan hayal kırıklığının da etkisiyle, sokak eylemleri belirgin bir düşüş gösterdi. Böylece kamusal alanın, görüşlerin ve taleplerin şekillendiği bir mekân olarak taşıdığı önem ve dinamizm de büyük ölçüde kayboldu.
Elbette takip eden pandemi krizi de kamusal alan kullanımını etkiledi. Hastalığın yayılmasını önlemek için getirilen çok sayıda kısıtlamayla karşı karşıya kaldık; birçok işyeri açık kalmaya devam etse de, zorunlu olarak evde kalmak durumundaydık. Ancak bu süreçte, kamusal alanların gayriresmî kullanımına dair ilginç deneyimler de yaşadık. İnsanlar başkalarıyla bir arada bulunmanın önemini yeniden keşfetmeye ve dayanışmanın değerini tekrar anlamaya başladılar.

Tempi kazası, Yunanistan’da uzun yıllardır uygulanan kemer sıkma politikalarının altyapı ve kamu hizmetlerinde yarattığı tahribatı daha görünür hâle getirdi mi? Bu olay neoliberalizme yönelik söylemsel meşruiyetin sorgulanmasını güçlendirdi mi?
Bildiğiniz gibi, sözde kamu borcu krizi sırasında pek çok kamu varlığı ve kamu hizmeti, devletlerin borcu ödeyebilmek için para toplaması bahanesiyle satıldı. Elbette hepimizin bildiği üzere bu borç muazzam boyutta. Adeta tefeci koşullarına yaklaşan, içine ne kadar para dökülürse dökülsün asla dolmayan dipsiz bir kuyu gibi. Limanlar yabancı yatırımcılara satıldı. Trenler, havaalanları ve genellikle devlete ait binalar da aynı şekilde. Hatta bu dönemin hemen öncesinde, telekomünikasyon ve elektrik üretiminin özelleştirilmesine şahit olmuştuk. Böylece bugün, birçok kamusal altyapının özel şirketlere (hatta bazı durumlarda, trenler örneğinde olduğu gibi dolaylı olarak başka Avrupa devletlerine) satıldığı bir durumda yaşıyoruz. Tempi’deki kaza ise bunun sonuçlarını son derece dramatik bir biçimde gözler önüne serdi.
Özelleştirme; insan hayatının üzerinde kâr, toplumsal ihtiyaçların üzerinde kâr, özellikle de desteğe en fazla ihtiyaç duyan, en kırılgan kesimlerin ihtiyaçlarının üzerinde kâr anlamına geliyor. Güvenlik önlemleri tabii ki fazladan para getirmez; yalnızca maliyet oluşturur. Neoliberal söylemin “verimlilik” dediği şey aslında herhangi bir hizmetin özel sermaye tarafından yönetilmeye devam edebilmesi için yeterince kâr getirmesi anlamına gelir. Ve bu neoliberal söylemde “güvenlikten” bahsedilirken kastedilen şey, insan hayatının güvenliği değil, yatırımların güvenliğidir.
Yeni örgütlenme modelleri
Günümüzde protesto hareketlerinin hükümetler üzerinde etkili olamamasında sadece devletin artan baskı kapasitesinin mi rol oynadığını düşünüyorsunuz, yoksa işçi sınıfının örgütlü gücünün zayıflamasının ve hareketlerin alternatif örgütlenme biçimlerini geliştirememesinin etkisi de var mı?
Günümüzün protesto hareketlerinin nasıl geliştiğini gözlemlemenin önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü bu hareketler yalnızca sendika katılımına veya siyasi parti aidiyetine dayalı bilindik örgütlenme biçimlerini takip etmiyor. Son günlerde sokaklarda gördüğümüz şey, siyasi kimliklerini açıkça ilân etmeyen devasa kalabalıklardı. Ortada pankart yoktu (ya da en azından bilinen, tanınmış siyasi partilerin imzasını taşıyan pankartlar çok azdı). Bu insanların çoğu, kendi elleriyle hazırladıkları küçük dövizlerle, doğaçlama sloganlarla sokağa çıkmıştı. Bu hareketlerin hükümetin tutumunda ya da gelecekteki seçim sonuçlarında büyük bir değişim yaratıp yaratmayacağını henüz bilmiyoruz. Fakat şundan eminim ki, bu eylemler eşitlik temeline dayanan, farklı anlayışları ve egemen ideolojilere karşı mücadele biçimlerini bir araya getiren yeni örgütlenme ve katılım modellerine ihtiyaç olduğunu net bir şekilde gösterecek.
Hükümetlerin kamusal alanları güvenlikçi politikalar ve ticarileştirme yoluyla gasbetmesi protesto kültürünü nasıl etkiliyor? Meydanların gözetim teknolojileriyle donatılması veya parkların sermayeye açılması gibi uygulamalar, kolektif direnişin geleceğini nasıl şekillendiriyor?
Kamusal alanın kamusal niteliği, güvenlik politikaları ve ticarileşme nedeniyle gerçekten de giderek daralıyor. Elbette içinde bulunduğumuz dönemlerde gerçekleşen protestolar veya insanların kamusal alanda yalnızca var olmaları bile, doğrudan veya dolaylı olarak bu türden kontrol biçimlerine meydan okuyor. Gözetim ve ticarileşmenin açıkça dışlayıcı, kontrol edici ve damgalayıcı etkileri var. Yine de Yunanistan, henüz Avrupa’nın diğer şehirlerinde ya da Asya ve Amerika kentlerinde görülen, agresif düzeyde gelişmiş güvenlik ve gözetim pratiklerinin yaygın olduğu kentleşme biçimine tamamen dönüşmüş değil.
Ayrıca, protestolar sırasında insanların bazen güvenlik kameralarına saldırmasıyla bu çabalara karşı açık bir mücadele veriliyor. Bunun yanında, örneğin üniversite hareketi gibi belirgin tepkiler ve mücadeleler de, pek çok durumda bu gözetim politikasının genişletilmesi ve yaygınlaştırılması çabalarını engelledi. Bence bu mücadele tamamen kaybedilmiş bir savaş değil. Ancak elbette, bu tür gözetimin halkın iyiliği için değil, yönetenlerin ve nüfusu kontrol etmek isteyenlerin çıkarları doğrultusunda yapıldığı bilincini canlı tutmak çok önemli.

Dijital alanların genişlemesi, fiziksel kamusal alanların protestolardaki rolünü nasıl değiştirdi? Sosyal medya ve bağımsız dijital platformlar, günümüz protesto hareketlerinin görünürlüğünü, örgütlenmesini ve sürdürebilirliğini nasıl etkiliyor?
Elbette, sosyal medya ve bağımsız dijital platformların protestolara destek, genişleme ve süreklilik sağlama konusundaki rolü üzerine çokça konuşuluyor. Doğru, bu araçlar önemli bir rol oynadı; ancak bilgi akışını ve iletişimi yalnızca bu yeni medyanın aracılık ettiği biçimlere indirgememeliyiz. İletişim, yüz yüze etkileşimlere dayalı pek çok farklı biçimde de yayılıyor. Son günlerde gözlemlediğimiz ise, kamusal alanda gerçek beden varlığının yeniden ön plana çıkması oldu. Tartışmaların ve karşılaşmaların gerçekleştiği an, bedenlerin birbirleriyle etkileşime girdiği anlardır. İşte bu deneyim, kamusal alanda bulunmanın getirdiği deneyim sayesinde, çoğu insanın hem bilgi edinmesini hem de direnme cesaretini kazanmasını sağladı.
Tempi kazasının ardından ortaya çıkan kolektif yas ve öfke, kamusal alanın demokratikleşmesi açısından nasıl bir potansiyel taşıyor? Alternatif kamusallık pratikleri, devlet baskısına karşı koymakta etkili olabilir mi?
Kolektif hafızalar ve yas pratikleri, kamusal alan deneyimlerini şekillendirmede her zaman kritik bir rol oynamıştır. Tarihin birçok döneminde iktidarlar, bu potansiyeli; anıtlar, törenler ve kolektif hafızayı resmi olarak destekleme biçimleri yaratmak için kullanmıştır. Bunlar aracılığıyla hafıza, yönetici seçkinlerin çıkarları doğrultusunda manipüle edilmiş ve şekillendirilmiştir. Genç öğrenci protestocular, Atina’nın merkezi meydanının zeminine Tempi faciası (ya da bizim adlandırmamızla Tempi cinayeti) kurbanlarının isimlerini yazdığında, resmi ilk hareket meydanı temizleyip isimleri silmek oldu. Buna büyük bir tepki gösterildi. Atina Belediye Başkanı bile bunun uygunsuz bir hakaret olduğunu belirtti ve isimlerin bu yerde korunacağına söz verdi. Protestocular tarafından isimler yeniden yazıldı ve hâlâ orada duruyor. Hareket tarafından oluşturulan ve sürdürülen bu tür bir yas, doğrudan resmî söyleme ve hükümet yetkililerinin ikiyüzlü üzüntü gösterilerine meydan okuyor. Bence bu, “kahramanların” ölümüne dair resmî törensel yaklaşıma karşı kamusal yasın büyük bir zaferi. Üstelik o isimler, Meçhul Asker Anıtı önündeki zemine boyanmış durumda! Bu eylem, kolektif hafızaya yönelik şiddet de dahil olmak üzere devlet şiddetiyle yüzleşmede büyük bir rol oynadı.
Günümüz protesto hareketleri, işçi kooperatifleri veya kent hakkı mücadeleleri gibi müşterekleştirme pratiklerini geliştirerek daha kalıcı sonuçlar elde edebilir mi? Sokak protestolarının ötesine geçen, daha uzun soluklu etkilerin sağlanmasında bu alternatif modeller ne gibi bir rol oynayabilir?
Bu protestoların müşterekleşme pratiklerini ilerletme olanakları yaratıp yaratmayacağından emin değilim. Ancak bu tür pratikler, Atina şehrinin bazı bölgelerinde ve Yunanistan’ın diğer kentlerinde hâlihazırda gelişiyor. İşçi kooperatifleri ile özgür alanları geri kazanma ve soylulaştırmaya karşı çıkma mücadeleleri son dönemde giderek güçleniyor. Oldukça çeşitli pratikler bunlar. Elbette birçoğu birbiriyle bağlantılı değil, ancak sinerji ve işbirliklerinin geliştirilmesi gerektiği yönünde artan bir farkındalık söz konusu. İlginç bir örnek olarak, açık alanların korunması ve (turizmleşme ve soylulaştırmaya karşı) konut hakkı odağında örgütlenen mahalle hareketleri arasında son aylarda bir koordinasyon denemesi gelişiyor. Üstelik bu girişim, son dönemdeki kitlesel harekete geçişlerin ardından yeni bir ivme kazandı.
28 Şubat’ta gerçekleşen en önemli gösteri, tarihte ilk kez bu denli başarılı bir genel grevin sonucuydu. Bu durum, bence, insanlara kent ve üretim mekanizmasını, yani kâr üreten ve sömürüye dayalı kentsel makineyi durdurma, kentsel yaşamı dondurma gücüne sahip olduklarını gösterdi. Hem kamu hem de özel sektörde çalışan işçiler, bu güce sahip olduklarını fark etti ve belki de ilk kez bu güç, parti sınırlarını ve ayrışma hatlarını aşan bir şekilde ifade edildi. Bence bu, büyük bir miras. Tempi cinayeti, Yunanistan’ın çağdaş siyasi tarihinde bir dönüm noktası olarak kalacak. Öğrenilecek ve incelenecek dersler ortada. Biz bir dönemin sonunda değiliz. İnsanlara bazı şeyleri değiştirme gücüne sahip olabileceklerini gösteren bir dönemin başındayız.
Tempi grevi üzerine söyleşiler
(DS/TY)
Chris Avramidis: Tempi grevi, Yunanistan işçi hareketi tarihine altın harflerle yazıldı

Algoritmaya öfke

Dünyada bir heyula dolaşıyor

TEKNOLOJİ İŞÇİLERİ KOALİSYONU
Simone Robutti: Geleneksel sendikalar teknoloji sektörünü anlamakta zorlanıyor

Teknoloji işçileri ve Silikon Vadisi’nin egemenlerine karşı mücadele
