ŞADİYE DÖNÜMCÜ'den
"Pandora’nın Kutusu" Üzerine Karalamalar
Gitmek... Güz Sancısı... Süt... Üç Maymun... Sonbahar... Bahoz... Issız Adam... Pandora’nın Kutusu...
Her biri birbirinden farklı ve farklı anlamlar taşıyan bu filmlerin ortak yönü derdi olan sinemacıların filmi olmaları belki de.
Ruhumun, zamanımın ve paramın izin verdiği ölçüde kendi süzgecimden geçirdiğim Türk filmlerini vizyona girdiği ilk günlerde izlemeye çaba gösteriyorum. ‘Beyaz Melek’ filmini olduğu gibi ‘Pandora’nın Kutusu’ filmini de biraz mesleki heyecanla bekledim. Ve film tehir yaparak Ankara’ya nihayet geldi.
Bir yalnızlık, bir hesaplaşma, bir –iç/dış- yolculuk filmi, bir yaşlılık filmi olduğunu ve iyi kotarılmış bir film olduğunu okuduklarımdan biliyordum. Ama film tümünün toplamı olarak çıktı karşıma. Tek kelime ile ifade etmek gerekirse: Bir şekilde preslenmiş, sıkıştırılmış hayatların filmi.
Yeşim Ustaoğlu’nun yönetmenliğinde, Sema Kaygusuz’un senaryo yazarlığında, Jacques Besse’nin görüntü yönetmenliğinde, Tsilla Chelton, Derya Alabora, Övül Avkıran, Onur Ünsal, Osman Sonant ve arkadaşlarının oyunculuğundaki filmin konusu en azından Türk sinemasında fazla işlenmeyenlerin toplamı olduğundan ilginç.
İstanbul'un
farklı bölgelerinde yaşayan, her biri diğerinden farklı
sorunun ve hayat standardının içinde sıkışıp kalmış, birbirinden
habersiz, tam anlamıyla orta yaş
ve sınıfa mensup üç kardeş, bir gün doğup büyüdükleri Batı
Karadeniz'in dağlarında bir yerlerde olan köylerinden gelen bir telefon
ile bir araya gelir. Yaşlı anneleri
Nusret Hanım kaybolmuştur.
Annelerini bulmak için bir araya gelen
üç kardeşin bu metazori yolculuğu saklı
kalan pek çok sorunun açılmasına, tıpkı
Pandora'nın Kutusu'ndaki gibi hayatlarındaki ve ilişkilerindeki bir
çok çarpıklığa dair iyi kötü
pek çok şeyin açılmasına neden olur. Annelerini bularak
İstanbul'a getirdiklerinde bir süre sonra
Alzheimer olduğunu öğrenirler.
Üç kardeş hasta annelerinin hayatlarına katılımıyla beraber,
kendi hayatlarının süre giden çarpıklığına dair pek
çok gerçekle yüzleşecek, Nusret Hanım'ı
anlayacak tek kişi ise büyük abla Nesrin'in hayatı sorgulayan kaçak
oğlu Murat olacaktır. Murat ve Nusret Hanım'ın yollarının kesişmesi
hep dağına ve orada ölmeyi isteyen
Nusret Hanım'ın dileğinin gerçekleşmesinin başlangıcı
olan dağlara doğru giden bir yolculukla son bulur.
Filmde Nusret’in, Nesrin’in, Güzin’in, Mehmet’in, Faruk’un ve ille de Murat’ın dünyasına yolculuğuna çıkan izleyici bu esnada kaçınılmaz olarak kendine, ailesindeki bireylere, çevresindekilere, toplumdaki bireylere doğru yolculuğa çıkıyor.
Hüzün, hüsran, buhran, bıçak sırtı ilişkiler, çöken ahlak, riyakarlık, savunma mekanizmaları, yersiz suçlamalar, yanlış anla(şıl)malar, içi boşalan beraberlikler / evlilikler, derme çatma ilişkiler, körelen/körleştirilen gözler, kaygılar, kendini sağlama almalar, yıkıp geçmeler, kuytu yalnızlıklar, başkalaşımlar, özlemler, yitirilenler, ‘hep bana, hep bana; yok sana, yok sana’cılık...
Bu filmde insana
/ insanlığa dair her şey, otuz iki tekmil birden var. İşte bu nedenle
film üzerine bir eleştiri yazısı değil, Pandora’nın Kutusu’ndan
çıkanlar üzerine bir şeyler karalamak istedim.
Ben filmdeki an’ane Nusret Hanım’ı ve torun Murat’ı, dumana bürümüş Küre dağlarını sevdim.
İçim dumanlandı an’ane-torunun birbirini keşfetme sürecine.
İçim dumanlandı kuytulardaki Murat’a.
İçim dumanlandı an’ane Nusret Hanımı izlerken -ve nadiren konuştuğunda söylediklerini duyduğumda.
Mehmet’in, Güzin’in, Nesrin’in, Faruk’un yaşamına ilişkin küçük verilerden hareketle boşlukları doldurduğumda kendimden çevremdekilerden bulduğumda içim tüttü ve kara dumana boğuldum.
Anne oğluna “Sen önce kendine, sonra bize arkanı döndün. Ne fark eder ki” dediğinde, kızı Nesrin’e “Herkesi kendine yapıştırmak istiyorsun” dediğinde içim tüttü ve kara dumana boğuldum.
Duman bürümüş Küre dağları beni içime çekti. Pislik bürümüş İstanbul sokakları ve kaosu beni dışıma itti.
Bütün oyuncular iyi, amma ille de Tsilla Chelton muhteşemdi.
Bu güzel film için teşekkürler Yeşim Ustaoğlu; teşekkürler Tsilla Chelton ve diğer oyuncular.
Bu filmde yaşlılık
dönemi –ve özellikle bakım-
sorunlarını, Alzheimer hastalarının çıkmazlarını sinema diliyle
gündeme taşıdığınız için de teşekkür ediyorum size.
“Herkes yerinde -alıştığı, bildik, sevdiği- yaşlanası ve –varsa sevdiklerinin yanında- ölesi” deriz biz.
Yerinde -köyünde, evinde-
yaşlanan annanesinin yine orada ölmek isteyeceğini anlayan torun
onu orman içinde sonsuzluğa uğurladığında yüzünde yeşeren mutluluk
ifadesinin filmi izlediğinizde sizi de saracağına inanıyorum. (ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, sosyal hizmet uzmanı.
Meraklısına not: Yaşlı Eskimoların kar içinde yatırılarak ya da buzdan yapışan kulübelerinde ırakılarak ölümü beklemesi istenirmiş. Balık avına çıkıldığında yaşlılar buzul üstünde bırakılır gidilirmiş. Kendilerini topluma yük olarak gören Grönland’lı yaşlı eskimolar da dönmemek üzere kayığa binip giderlermiş.
Sevilay Çelenk AKPM Kış Oturumunu anlattı: Uluslararası mekanizmaları terk etmemeliyiz

Ayşegül Devecioğlu'ndan siyasi bir polisiye: Kuma Daireler Çizen

Bir kitap, bir yazar: Parkinson Ama Son Değil

21 EYLÜL DÜNYA ALZHEİMER GÜNÜ
Hayata bir paravanın ardından bakar gibi yaşamak

Bir kitap, bir yazar: Ruhumun Kadınları, Isabel Allende
