Made In Yeşilcam
Adını duydukları ama bir türlü göremedikleri Aspendos'u otlarla kaplanmış halde bulan öğrenciler, zamanın valisi İhsan Sabri Çağlayangil'i ziyaret ederek, Aspendos'ta oyun sergilemek istediklerini söylerler.
Tesadüf bu ya, yanlarında Romeo-Julyet oyununun kostümleri de vardır. Aspendos temizlenince oyun sergilenir. "Aspendos Tiyatro Şenliği" işte bu genç tiyatrocuların duyarlılığı sayesinde gerçekleşir.
İhtilal, darbe, sansür üçgeni
1960'a gelindiğinde şenliğin önünü, 27 Mayıs İhtilali keser. Tarihinde ilk kez yapılamayan şenlik, 1964'de sinemanın da katılımıyla birlikte "Antalya Film Şenliği" adını alır.
Bu tarihten sonra iki kez daha sekteye uğrar şenlik. İlki 1979 yılıdır: 16. Antalya Film Şenliği'ne 12 film katılmış ancak Ömer Kavur'un "Yusuf ile Kenan", Yavuz Pağda'nın "Yolcular" ve Yavuz Özkan'ın "Demir Yol" filmleri sansürden geçmeyince, yapımcılar filmlerini geri çeker. İkincisi de 12 Eylül 1980 Darbesidir.
İhtilal, darbe ve sansür üçgeni, sinema-devlet ilişkisinin nasıl bir çıkmazda olduğunu gözler önüne serer. Sinemanın gücünden korkan devlet sansürü, yapımcı ve yönetmenler için Demokles Kılıcıdır.
Bugün, yasal düzenlemelere bakıldığında, Türk Sinema Yasası'ndan, Ulusal Sinema Kurumu'ndan söz ediliyorsa, hükümetlerin, sansür dışında (9 Haziran 1932 tarihli yönetmelikle sinema filmlerinin kontrolü için bir merkezi örgüt, 26 Aralık 1933 tarihli ek talimatname ile de ilk kez 'senaryo sansürü' getirilir. Bunları başka sansür talimatname, yönetmelik ve yasaları izler.1987 yılında da Telif Hakları Yasası çıkar) bir yasa çıkarmayı düşünmediği görülür.
Kavur'a 7 ödül
1-5 Ekim günlerinde gerçekleşen ve 40. yaşını, 5 günde, 323 etkinlik, 40 ayrı nokta da film gösterimiyle kutlayan Antalya Film Festivali'nde 10 filmin yarıştığı bölüm dışında, bu yılki işlevlerinden biri de sinemayı yasalaştırmaktır.
"Sinema Kurultayı" bu nedenle önemlidir. Her ne kadar, adına 2. Sinema Kurultayı dense de, Devletle sinemanın cılız ilişkisi bu tür platformlarda ne ikinci ne de üçüncüsü kez tartışılmaktadır
"Karşılaşma" filmiyle en iyi film ve en iyi yönetmen dahil olmak üzere 7 ödülü kucaklayan Ömer Kavur'un deyimiyle 20 yıldır, İstanbul-Ankara hattı su yoluna dönüşmüş, bir arpa boyu yol alınmamıştı.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu'ya da "Kendini gösteriyor. İnşallah öyledir" der Kavur. Kurultayın sonuç bildirgesini okuyan ve sinemanın kuruluş tarihi 14 Kasım'ı işaret ederek, sinema yasası konusunda 'aciliyet' isteyen Selda Alkor'a (1 ay var) Bakan Mumcu, bir tek konuda söz ve tarih verir: Sinema Yasası 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne yetişecektir ve bu kurultayın sonuç bildirgesi ışığında yasal düzenlemeler yapılacaktır.
Sinema Kurultayı
Sinema Kurultayı'nda "Filmografik Eserlerde Telif Hakları", "Sinema Konulu Akademik Eğitimler Yeni Dönemde Nasıl Biçimlendirilmelidir", "Sinema Salonu İşletmecilerinin Sorunları ve Çözüm Önerileri", "Ortak Yapımlar", "Sinema Emekçisinin Sorunları ve Çözüm Yolları", "Festivaller ve Kent Markası İlişkisi", "Sinema ve Ülke İmajı" başlıklarında 66 adet bildiri sunulur.
Ayrıca, "Korsan Üretimle Mücadelede Yasal Yapılanma", "Festivaller ve Kimliklendirme", "Türk Sinemasında Vergi ve Sponsorluk", "Türkiye'nin Filmografik Özelliklerini Değerlendirme" ve "Ulusal Sinema Kurumu" başlığı altında kurulan 5 komisyonun çalışma raporları , 55 delegenin oybirliğiyle kabul edilir.
Bu bildirilerin ışığı altında hazırlanan sonuç bildirgesinde neler vardır?
Off-shore media ve kota
Birincisi Telif Hakları ve sinema alanında gerçekleştirilmesi beklenen "Yeniden Yapılanma"dır. Bu nokta da İkinci Dünya Savaşı bitiminde barış masasının temel başlığı olarak ABD'nin öngördüğü sinema kotalarına işaret edilir.
Sinemacılar bu kota konusuna aslında hiç yabancı değildir. Amerikan filmlerinin üzerindeki kotayı düşürmek, zamanın Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı, eski aktör Ronald Reagan'la, dönemin Türkiye cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın görüşmesinin ana konusu olmuştur.
Ya Amerikan filmleri üzerindeki kota düşürülecektir. Ya da Türkiye tekstile kota konmasına razı olacaktır. Yıl 1988... Dönemin Devlet Bakanı Adnan Kahveci'nin hazırladığı "Off-Shore Media projesi" olarak bilinen, "Yabancı sermaye yasasında yapılan değişikle yabancı şirketlerin ülkemize gelip doğrudan doğruya şirket kurup dağıtım ve gösterim hakkını" elde etmelerini sağlayan yasa, Amerikan filmlerinin üzerindeki kotanın düşürülmesini sağlar (Bu kota,o dönemlerde yüzde 42'dir. Daha sonra yüzde 25'e bugün de, Türk filmlerinin hiç rüsum vermediği, haksız rekabete yolaçtığı gerekçesiyle, Amerikan şirketlerinin baskısıyla yüzde 10'a düşürülür ve Türk filmlerine de yüzde 10'luk kota konulur).
Doğal plato Türkiye
Bakan Kahveci, projesini savunduğu bir sinema platformunda, "Dünyada tüm üretim yapan kuruluşlara, şirketlere, ister ABD, ister İtalya olsun, Türkiye'de gelip iş kurmaları halinde bazı önemli (!)ayrıcalıklar vermeyi düşündük.Yabancı kuruluşları Türkiye'ye getirebilirsek ve üretimlerinin bir kısmını Türkiye'de yapmalarını sağlayabilirsek Türkiye bundan karlı çıkar" der.
Bakan Kahveci'nin düşüncesine göre, Türkiye doğal bir platodur ve stüdyolara hapsedilmiş Hollywood gibi sinema endüstrileri için bu plato çok caziptir. Tabii, Türkiye'nin tanıtımın da bu tür projelerin katkısı göz ardı edilmemelidir. "Off Shore Media" ile, ABD ya da yabancı film egemenliğine girmemiş "tek" şanslı ülke olan Türkiye'de, 1987'den itibaren, sinemamızın koruyucu duvarları yıkılmaya başlar.
Türkiyeli yapımcıların, gösterim hakkını satın alarak, vizyona soktukları yabancı filmler için, bu yasa ile Türkiye kapıları ardına kadar açılır. UIP ve Warner Bross gibi Hollywood'un dev isimleri Türkiye'ye ayak basarlar.
Sinemaseverler bu sayede "Yağmur Adam" ve "Tehlikeli İlişkiler" filmlerini dünya galalarıyla aynı tarihte izleme şansına sahip olurlar..! Gerçekten de Hollywood filmlerinin yağmuru altında kalan Türk sineması, tehlikeli ilişkileri ağının içinde buluverir kendini.
Sinema kotası
Festivalin kapanışında Selda Alkor'un okuduğu sonuç bildirgesi"nde işaret ettiği ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'nda barış masasına sürdüğü sinema kotasını, Thomas H. Guback, The International Film Industry (Uluslar arası Film Endüstrisi) adlı önemli kitabında şöyle yazar:
"İkinci dünya savaşından sonra Hollywood'da, savaş nedeniyle gösterilemeyen binlerce film vardı. 1946 başlarında Avrupa'ya çok sayıda film gönderildi. 1946 ve 1949 arasında 2600'den fazla Amerikan filmi İtalya'ya gönderildi. Aynı dönemde Hollanda gibi küçük bir pazar bile 1300'den daha fazlasını kabul etti, 1949 ve 1950'de 800' yakın Amerikan filmi gösterdi."
Küçük balıklar üzerine(!)
Avrupa savaşlarının, ardından da Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının yıprattığı yaşlı kıtanın sineması; gerçekte, Amerikan sinemasından daha gelişmiştir. Rakiplerini göçertmekte kararlı olan Hollywood sinema endüstrisi işe oyuncu ve yönetmen transferiyle başlar.
Beyin göçünü izleyen 1919-1920'li yılları, 1925'te kurulan MPAA (Motion Picture Association Of America) izler. Hollywood'un baskısını ağır olarak hisseden Avrupa'da 1928'i izleyen yıllarda başlayan "sesli sinema" furyası ile Amerikan üstünlüğü kabul edilir. Bir örnek vermek gerekirse, 26 Mayıs 1946'da imzalanan, sinema tarihine "Blum-Byrnes Anlaşması" olarak geçen belgeye göre; Fransa Devleti, Amerikan filmlerine yüzde 70 mecburi kota tanır.
Anlaşmanın yapıldığı tarihten bir yıl sonra Fransa'da 54 Fransız filmine karşılık 338 Amerikan filmi gösterilir.
Geriye dönecek olursak "Off Shore Media" olarak bilinen proje ile ABD'ye ya da diğer yabancı film şirketlerine tanınan "önemli" ayrıcalıklar Türkiye'ye ne gibi yarar sağlamıştır?
Türkiye'de büro açan Warner Bross, Barış Pirhasan'ın "Küçük Balıklar Üzerine" filmine ortak yapımcı olarak imza atar, dağıtımını üstlenir. Bu ilk ve son Türk sinemasına ABD katkısı olur.
Rahmetli Bakan Kahveci'nin işaret ve umut ettiği hiç bir şey hayata geçmemiş, tam tersine dağıtımdan gelen kazancı, olduğu gibi yurtdışına aktaran Hollywood'un Türkiye ayağındaki temsilcilerinin sinemaya bir katkısı olmamıştır.
Burada bir gerçeğin daha altını çizmekte yarar var: Bu büyük şirketler, Türkiye'deki sinemaları, yıllık olarak tekellerine alıyor ve Türk filmlerini dağıtırken de, Hollywood filmlerine uyguladıkları kıstasları uyguluyorlardı.
Örneğin "Matrix" si nasıl 100 küsur sinemada birden vizyona sokuyorlarsa, Türk yapımcıdan da, 20 ile 80 kopya talebinde bulunuyorlardı. Bir kopyanın maliyetinin 2 ila 3 milyar arasında olduğu düşünülecek olursa, zaten filmini kendi koşullarıyla, Eurimages desteği, Avrupa Sinema Fonları, ya da ortaklıklarla tamamlamış yapımcılar için bu kopya sayısı, hiç de içinde bulunulan koşullarla örtüşmüyordu.
Kaldı ki "popülist sinema"nın dışında, "alternatif sinema" ya da arayış içinde olan, Ömer Kavur, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan ve Derviş Zaim gibi yönetmen-yapımcılar için bu sinema ayağına girmek ekonomik bir külfetti.
Bir başka gerçek de; Türkiye'yi doğal plato olarak daha çok Avrupalı sinemacıların kullandığıdır. Bir iki ABD ve İngiltere film şirketinin dışında Türkiye tercih edilmemiştir. Türk sineması ile yakından ilgilenenler, Pierce Brossan'ın oynadığı son "007 James Bond" film ekibinin Türkiye'ye gelişlerinin, sigorta şirketlinin, "Türkiye riskli bölge" gerekçesiyle, oyuncuları ve ekibi sigorta etmemesi üzerine iptal edildiğini anımsarlar.
Türkiye çekimleri, oyuncuların, bilgisayar ortamında sonradan monte edilmesiyle kullanılır.
Ya devlet başa
Yakın tarihlerde, İstanbul'da düzenlenen (18-19 Haziran 2003) "59. Hükümeti Sinemamızı Sevmeye Davet Ediyoruz" adlı, Ulusal Sinema Platformunda, Kültür Bakanı Erkan Mumcu'ya sunulan (ki bu talep her iktidarın kültürle ilgili bakanlıklarına iletildi), Türkiye Sinema /Yasası ve Telif Hakları, teklifi, bu kurultayın da olmazsa olmazları arasındaydı.
Ve, "Devletin sinemaya desteği nasıl olmalıdır" sorusuna aranan yanıt, sonuç bildirgesinde "Güçlü bir omurgası, yaptırım gücü ve devlet koruması olmayan bir sinema sektörünün bu coğrafyalarda hareket etmesi olanaksızdır" şeklinde ifade edildi
Gerçi Bakan Mumcu, İstanbul'daki toplantıda, Yönetmen Ersin Pertan "Özerk yapılı bir sinema kurumu kendini finanse edemez" sözlerine, devletten bir şey almanın bedeli olduğuna, sinemacılar özgürce davranacakları özerk bir kurum istiyorlarsa, maddi kaynağı kendileri bulmaları gereğine işaret eder ve devletin topladığı vergilerle bütçesini yapacak olan kurumun, Türkiye'ye özgü bürokratik yapılanmadan ötürü bir kamu kuruluşuna dönebileceğini söylese de, Antalya'da, bildirgeler ışığında Türk Sinema Kurumu/Yasası'nın sözünü vermekten kendini alamaz. Özerklik isteğindeki sinemacılara da, bir yıl beklemelerini tavsiye der.
Dünyalı olabilmek
Yine Antalya Film Festivali'ndeki sinema kurultayının sonuç bildirgesine dönecek olursak, Avrupa Birliği (AB) gönderme yapan (AB mevzuatıyla ilgili olarak Meclisten geçen 6. uyum paketinde, sinemamızı da ilgilendiren düzenlemeler yer alıyordu) Türk sinemasının dünyalı olabilmesinin sermaye, dağıtım ve alt yapı sorunlarının çözülmesiyle sağlanacağının altı çizilir. Burada aslında trajikomik bir saptama yapılır:
Türk sinemasının dünyaya açılmasının sınırları; Avrupa'da yaşayan Türkler, Türki Cumhuriyetleri ve Osmanlığı İmparatorluğu sınırları içinde kalmış Ortadoğu ve Arap Ülkeleri, olarak çizilir.
"Yerli filmlerimizin, Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye Cumhuriyetlerde göreceği ilgiye ilişkin çok önemli göstergeler mevcuttur" denir. Ve Irak'a asker göndermek yerine (100'e yakın sanatçı ve akademisyenin katıldığı festivalde, bu yönde tek bir etkinliğin yapılmaması, bildiri hazırlanmaması ne acıdır) belgesel, imgesel, animasyon filmlerimizi ve sanat ürünlerimizi göndermekten söz edilir.
Ulusal sinemanın, evrenselleşmesinden söz edildiği bu platformda bu ne yaman çelişkidir.
Sonuç bildirgesindeki trajikomiklik bu kadarla da kalmaz. "Belki de ABD dışında hiçbir ülkenin sahip olamadığı bir avantaja sahibiz. Uygarlığın beşiği olan bu topraklar, 72 milletin oğullarına ve kızlarına vatan olmuş; üç büyük semavi dine ev sahipliği yapmıştır. Bunun anlamı açıktır, sınırlarımızın dışında yaşayan onlarda toplumu anlayabilir, düşlerini, umutlarını paylaşabilir, savaşla, şiddetle ve işgalle değil, kültürümüzle, sanatımızla, sinemamızla kalplerinin kapısını aralayabiliriz. İşte bu, sinemamızın, sanatımızın gerçek potansiyel kapsama alanıdır." denir ve bu alandaki en büyük engelin, yapısal özelliklerimiz ve alışkanlıklarımızın olduğunun altı çizilir.
Ağırlık merkezi devlette
Altına 55 delegenin imzasını koyduğu metinden de anlaşılacağı üzere, Türkiyeli sinemacılar, çoktan kapsama alanının dışına çıkmışlardır. Hızla gelişen ve değişen dünyada, bu son satırlar, "ulusal" ve "millilik" kavramlarının içini dolduramamış ya da uzlaşamamış sinemacıların "evrensellik" düşlerinin bir iki sanatçı ve yönetmenin gayretinden öteye gitmeyeceği görülür.
Oysa "Made İn Hollywood'un yıllardan beri dayattığı Amerikanvari yaşam standardının kültürel erozyona uğrattığı ülkemizde, "Made in Yeşilcam"ın, TC Devleti'nin halkla ilişkilerini yapmaya gönüllü olması için büyük ve evrensel düşünmek gerekmez miydi?
"Ulusallıktan-Evrenselliğe" giden meşakkatli yolda, Türkiyeli sinemacıların sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda güçlendirilmesinin gerekliliğinin altının çizildiği kurultay, önemliydi önemli olmasına ama, acaba bu gerçeğin sinemacılar farkında mıydı?
Sinema kolektif çabalarla gerçekleşen, ancak bireysel kazanımlardaki uçurumlardan ötürü, bireyselliğin ağır bastığı bir sanat dalıydı ve "Her koyun kendi bacağından asılır" deyimi kurultaydaki, varolmanın dayanılmaz hafifliğiydi. Ağırlık, merkezi devletteydi.(AD/NM)