Hoşgeldin Hayat
Bir an giysi dolabının aynasındaki kendisini gördü. Yarı loş odada, perdenin arasından sıyrılıp içeriye girmeye çalışan gün ışığının hırsızlamaca aydınlığında, gördüğü kadına dikkatle baktı.
Biraz daha yaklaştı aynaya. Beyaz gömleğinin yarı açıklığında küçük, sarkık memelerini gördü. Gayrı ihtiyari düğmelerini iliklemeye başladı. Yaptığı tek spor olan, tabi spor sayılırsa dansa rağmen, hafif göbeği vardı. Kızının doğumundan kalan.
Beyaz bacakları düzgündü. Kısa boyunu yer yer giydiği topuklu ayakkabılarla dengelerdi.
Aynadaki görüntüsü bir gece önce olanları anımsattı. Vücudunu bırakıp, yüzüne baktı. Hiç de bir gece önce ihtiraslı bir gece geçirmiş kadına benzemiyordu.
Ne gözlerinde ışıltı, ne de teninde, o, bir zamanlar sıkça gördüğü ve her gördüğünde kadınlığını, dişiliğini derinlerde hissettiği pembe canlılık yoktu.
Sıradan bir geceydi işte.
Aynadaki yansımasına dönük dikkati, yataktaki adamın kıpırdamasıyla dağıldı.
Yatakta yatan adam kendisi gibi ufacık bir kadın için gereğinden büyüktü. Upuzun bacakları pervasızca örtünün altından çıkmıştı. Yüzünde derin bir huzurla horluyordu. O huzurda ruhsal dinginlikten çok, bir zafer daha elde etmiş olmanın rahatlaması vardı.
Kendisine mi öyle geliyordu, haksızlık mı yapıyordu acaba.
Bir an pişmanlık duydu. Haksızlık yapmak alışık olmadığı bir şeydi. Hep kendisi haksızlığa uğrardı.
İstanbul'u düşündü. Kendisini Paris'e kadar sürükleyen bu maceranın başlangıcını.
Bir sabah sevdiği adamın evinde uyanmıştı. Uzun bir aradan sonra, belki de uzun bir ayrılıktan, herkesin yeni sevdalara yelken açtığı günlerin sonrasında, yeniden birlikte oldukları bir gecenin sabahı.
O ayrılık anlarında, içini kemiren küçük kurtçuklara dur diyemediğinden, yanıtlanmamış sorularla yarım kalmışlık duygusu arasında bocaladığından, bir bahaneyle sevdiği adamı arabasına kadar göndermişti.
Kapı kapanır kapanmaz da, adamın çantasına yönelmiş ve karıştırmaya başlamıştı. Ne aradığını kendisi de bilmiyordu.
Bilmiyor muydu? Yalannn. Tabii ki biliyordu. Uzun aralıklı görüşmelerinin, geç saatlere kayan buluşmalarının, son günlerde artan soğukluklarının nedenini öğrenmek istiyordu.
Varsa başkası bilmek doğal hakkı gibi geliyordu.
Alelacele damın çantasını karıştırmayı sürdürdü.
Cüzdanında bulduğu ve okumaktan kendini alamadığı mektup, sorularının yanıtı olmuştu. Gerçi çekmecelerdeki kadın iç çamaşırları, zaman zaman yatakta duyduğu parfüm kokusuna uyanması gerekirdi ama, adamın hep bir açıklaması olmuştu.
Doğru ya da yalan. İnanmak istemiş ve inanmıştı.
"Aslında ben hiç böyle bir kadın değilim"diye düşündü.
Sanki mektup elindeymiş de, o kadın görüp kendisini ayıplıyormuşçasına, utanç duydu.
Elindekini bırakıverdi.
Çıplak bacaklarına değen saç fırçasıyla kendine geldi. Nasıl ve ne zaman, o ruhsuz otel odasındaki şifoniyerin pufunda oturuyordu anımsamak istedi. Anımsayamadı.
Okuduğu mektuptaki her bir satır bir kez daha gözlerinin önünde dans etmeye başladı.
Acı çeken o kadını düşündü.
Her şeye rağmen seven ve vazgeçmeyen, inatçı o kadını.
Ve kendi yazdığı mektubu anımsadı. Kadına göndermişti, bilsin istemişti. Neyi, kimi bilsin istemişti ki?
Kendisini, adamla sevgili olduklarını mı?
Sevgili miydiler gerçekten? Sevgili olmanın kuralları, koşulları var mıydı? Yazılı mıydı bir yerlerde. O kadın da kendisini adamın sevgilisi sanıyordu, kendisi de. Kimbilir belki bir üçüncü kadında.
Aldatılmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezildiğini hissetti. Ya da aldatmanın hafifliğiyle omuzlarını silkti.
İçindeki kuşkunun doğrulanmasıyla, kadına yazdığı mektup arasındaki süre nasıl acı çektiğini düşündü. Ve sonrasını.
Yeniden buluştuklarında, yeniden seviştiklerinde, adamın yaşamında başka kadın olmadığını anladı. Kendisi yeniden girmişti ama, o bile yoktu.
Yataktaki adam bir kez daha kıpırdandı. Bu kez yüzüstü, iki koluyla yastığı kavrayarak uyumayı sürdürdü. Adamın çıplaklığının hoşuna gittiğini düşündü.
Yavaşça üzerindeki beyaz gömleğin düğmelerini çözdü ve yatağa girdi. Yatak kadının ağırlığıyla bir kez daha yaylandı. Adam uykuyla uyanıklık arasında, yanındaki çıplak bedene kolunu uzattı ve kendine doğru çekti.
Kadın, düşüncelerinden kurtulmak istercesine kendisini adama doğru bıraktı. Elini adamın sol gözünün altındaki falçata izinde gezdirdi. "hoşuna gitti mi" diye sordu adam. "hııımm" diye bir ses çıkararak, kendisini becerikli ellere teslim etti.
Olan olmuştu. Yas tutmanın zamanı değildi artık.
Paris'e bir gece önce gelmişlerdi. Ve iki gecedir bu otel odasındaydılar. Güneş odayı ısıtmadan, onlar birbirlerini çoktan ısıtmışlardı. İstanbul'daki o kadın ve o adam olarak güneşin parlak sıcaklığında eriyip gitmişlerdi.
Hoş geldin hayat.