AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2016 yılında Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) etkinliğinde sarf ettiği şu sözler hâlâ kulaklarımızda çınlıyor:
“Kadın için en büyük kariyer anneliktir.”
Ve hemen ardından gelen o malum cümleler:
“Anneliği reddeden kadın eksik ve yarımdır.”
“Çalışıyorum diye anne olmayan kadın yarımdır.”
Geçen haftalarda da Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu, “Aileyi anne, baba, çocuklar oluşturur. Eğer çocuğunuz yoksa, aile olamıyorsunuz, sadece karı-koca oluyorsunuz” dedi.
Bu söz, sağlık koşulları nedeniyle çocuk sahibi olamayan onlarca kadını ve erkeği dışlıyor ve nefret içeriyor.
İlla biyolojik olarak anne-baba olmak, neden bu kadar kıymetlendiriliyor bu ülkede? Ayrıca, evlat edinen kadınlar ve erkekler var, onların annelik ve babalıkları da son derece eşit, sevgi dolu ve değerli olarak neden görülmüyor?
Şunu anlamak neden bu kadar zor? Her kadın anne olmak istemeyebilir, bunun milyon tane nedeni olabilir, bunu da topluma açıklama sorumluluğu yok.
Mesela çocukları seviyor olabilirsiniz, fakat çocuk sahibi olmak istemeyebilirsiniz. Bu ülkede, çocukların o kalpleriyle acı çekmeden büyüyebildiklerine inanmıyorum. Çocuk olup da acı çekmeyen var mı ? Bilmiyorum.
Ve ne yazık ki, o büyüme sürecinde ebeveynlerin koşullarını da çocukların yaşamlarını da kolaylaştıran mekanizmalar yok bu memlekette. Var olanları da son 22 yıldır AKP iktidarı iyice tırpanladı, çocuklar MESEM’lerde çalışırken öldürülüyor, istismar ediliyor.
Kadınlar sürekli olarak bir şekilde yaftalanıyor, erkek bakış açısı ile etiketleniyor. Makbul olan olmayan, anne olan olmayan, anne olup makbul olmayan gibi gibi…
Az önce okuduğunuz cümleler misal… Bu sözler, iktidarın kadınlara biçtiği “makbul” kimliğini apaçık gözler önüne seriyor: Kadın ancak anne olursa “tam” ve “değerli” sayılıyor. İtiraz edenler mi? Onlar eksik, yarım, hatta zaman zaman “sapkın” ilan ediliyor.
Ama sanmayın ki anne olunca makbullük sınavı sona eriyor. Asıl maraton o zaman başlıyor. Bu kez başka bir dizi dayatma devreye giriyor, toplumun sesi hiç susmuyor:
“Anne öyle yapar mı?”
“Anneysen onu asla yapmayacaksın.”
“Anneysen öyle giyinmezsin, yakan görünmez, memen zaten hiç görünmez.”
“Kahkaha mı attın? Annelere yakışmaz.”
“Şöyle otur, böyle kalk. Çocuğunun yanında sakın sesini yükseltme.”
“Çocuğuna organik besinler yedir.”
“Doğal doğum yapmazsan eksiksin.”
“Emzirmedin mi? Ne biçim annesin?”
“Cep telefonu vermeyeceksin ama teknolojiden de geri bırakmayacaksın.”
“O saatte uyutmayacaksın, bu saatte yedirmeyeceksin.”
“Şu okula göndereceksin, şu kursa yazdıracaksın.”
“Hem kariyer yap, hem çocuğun başından ayrılma.”
“Evdeysen yetmez, üretken de ol.”
“Çocuğunu birebir büyüt, ama maddi katkı sağlamayı da ihmal etme.”
“Okuma bayramına da koş, iş yerinde terfi de al.”
“Hastaysa sen bakacaksın ama işten geri kalmayacaksın.”
“Eşine de iyi eş olmayı unutma. Annelik kutsal ama iyi eşlik de şart.”
Ve bu liste bitmiyor, hep yenileniyor. Çünkü devletin ve toplumun gözünde anne olmak yetmez, makbul anne olacaksın.
Üstelik o makbullüğün de sınırları yok, hep biraz daha fazlası isteniyor. Bir yandan “annelik dünyanın en kutsal görevi” deniyor, öte yandan o kutsallığın altında kadınlara yük bindirildikçe bindiriliyor.
Kısacası, kadınlar için bu düzende nefes almak bile bir sınav. Kadın düşmanlığı kodlarına işlemiş bir toplum ve devlet yapısında, kadınların gözünde bir parça “onay” almak, “makbul” olmak neredeyse imkânsız. Üstelik o makbullüğün de dereceleri var; asla tamamlanmayan, hep biraz daha eksik bırakılan bir makbullük…
Türkiye’de kadınlar bir kıskacın içinde yaşıyor: Lise çağlarında “aman ilişkiye girme” diye uyarılan kadınlar, 30’larına geldiklerinde “neden evlenmiyorsun?” baskısıyla, evlendiklerinde ise “hadi artık çocuk” dayatmasıyla kuşatılıyor. Hem de bir iki değil öyle “üç çocuk da üç çocuk”…
Kadınlar sadece evlenmek ya da çocuk doğurmak zorunda bırakılmıyor, nasıl bir kadın olunacağına, nasıl yaşayacağına dair bitmeyen bir denetim mekanizmasının nesnesi hâline getiriliyorlar.
"Evlen de çocuk yap"
Diyarbakır’da Narin’in aile içinde katledildiği, İstanbul’da Ahmet Mattia’nın sokak ortasında öldürüldüğü, onlarca çocuğun suça itildiği, çocukların sistematik olarak istismar edildiği ve bu istismarın “bir kereden bir şey olmaz” denilerek adeta normalize edildiği bir ülkede kadınlara hâlâ “Evlen, çocuk yap” dayatması yapılması tek kelimeyle akıl almaz.
Kadınlar şiddete uğradıklarında karakola başvuruyor ama çoğu zaman korunmuyorlar. Kadın cinayetleri cezasızlıkla ödüllendirilirken, istismarcılar ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor. Ve bu devlet, utanmadan hâlâ kadınlara “makbul anne” olmayı öğütlüyor, çocuk sayısıyla toplumu şekillendirmeye çalışıyor. Kadınların bedenleri üzerinden toplum dizayn ediliyor.
Burada Atatürk’ün laiklik ilkesinin önemine dönüp bakmak gerekiyor. Çünkü laiklik sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil, aynı zamanda kadınların birey olarak özgürleşmesinin temel güvencesi.
Mustafa Kemal, “Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gereklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur” dedi, kadınların özgürlüğünü, eğitimi ve çalışma hayatına katılımını devlet politikası hâline getirdi.
Bugün ise AKP iktidarı, laiklikten uzaklaşarak kadınları yeniden sadece “anne” kimliğine hapsediyor, toplumu geri götürüyor.
Anneler Günü geldiğinde ise bu tablo daha da belirginleşiyor. Kadınlar, makbul anne ve makbul kadın olarak ikiye bölünüyor.
Bir tarafta toplumun gözünde kutsallaştırılan, “gözleri yaşlı çocukları ardında kalan” anneler var, diğer tarafta ise çocuk sahibi olmayan ya da annelik yapmayı tercih etmeyen kadınlar var. Ve bu ayrım sadece devlet eliyle değil, toplumun ve medyanın diliyle de pekiştiriliyor.
Örneğin, bir konsomatris kadın şiddet gördüğünde kimi zaman sivil toplum örgütleri bile sessiz kalırken, anne olan “makbul” bir kadın şiddet gördüğünde daha güçlü bir tepki veriliyor.
Medya, öldürülen kadının hikâyesini yazarken bile ayrımcı bir dil kullanıyor: Eğer çocukları varsa, hemen “gözleri yaşlı çocukları geride kaldı” vurgusu yapılırken, genç, bekar bir kadınsa neredeyse Şule Çet gibi, Pınar Gültekin gibi öldürülen değil, suçlanan oluyor.
Kadının ölümü bile tartışmaya açılıyor, “gece orada ne işi vardı?”, “neden öyle giyinmişti?” gibi eril sorularla cinayetin sorumluluğu kadının üzerine yıkılmaya çalışılıyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nden akademisyen Çiğdem Dalay’ın yaptığı çalışma, gönüllü çocuksuz kadınların yaşadıklarını gözler önüne seriyor. Görüştüğü kadınların hiçbiri kariyer veya iş hayatı nedeniyle çocuk yapmaktan vazgeçmemiş, tam tersine çocuk sahibi olmayı bir “zorunluluk” değil, bir tercih olarak gördükleri için bu kararı almışlar.
Dalay’ın şu tespitini buraya bırakıyorum:
“Kadınlar toplumun beklentilerini değil, kendi hayatlarını şekillendirmeyi tercih ediyor.”
Kadınların tercihi neden bu kadar rahatsız edici oluyor? Neden devlet ve iktidar, ısrarla kadınları anneliğe itiyor? Cevap basit: Kadın ve çocuk, otoriter ve muhafazakâr yönetimlerin toplumu kontrol etme aracıdır. Kadınların bedeni, çocukların geleceği üzerinden bir tür sosyal mühendislik yürütülüyor.
Bu mühendislik, kadınların yaşamlarını kolaylaştıran hiçbir altyapıyı ise sağlamıyor. Erdoğan’ın ve iktidarın muhafazakâr politikaları gerçekten kadınların önünü açıyor mu?
Mesela bir kadın mesleği ile annelik arasında sıkıştığında ona destek olacak devlet kreşleri var mı?
Anneliğin yükünü paylaşacak babalık izinleri yeterli mi?
Hayır.
Türkiye’de devlet kreşleri yok denecek kadar az, doğum sonrası izinler yetersiz, babalık izinleri ise göstermelikten ibaret. Çocuğun bakım yükü hâlâ tamamen kadının sırtına yıkılıyor. Şimdi de zaten yetersiz olan kreşleri kapatmanın yollarını arıyorlar.
Peki kadınlar kreş olmadan nasıl çalışacak? Kadınlara bir yandan “anne ol” derken, diğer yandan “istediğim kadar ve istediğim yerde çalış” diyorsunuz. Kadınları hem çocuk hem meslek arasında bırakıyorsunuz, sonra da çözüm üretmeden köşenize çekiliyorsunuz.
Oysa çocuk yetiştirmenin sorumluluğu sadece annelere bırakılmamalı; devlet bu yükü her iki cinsin de ortak sorumluluğu hâline getirecek politikalar üretmeli. Ama nerede? Bu iktidar kadının bedenine yön vermeye, kadını “anne” kimliğiyle sınırlamaya devam ediyor.

ANNELER GÜNÜ
Dışlanıyorlar, Kabul Görmüyorlar: İnfertil Kadınlar Anlatıyor
London School of Economics’in araştırması, çocuksuz kadınların toplumun en mutlu azınlıklarından biri olduğunu söylüyor.
Ama Türkiye’de çocuksuzluğu tercih eden kadınlar anormal, eksik ya da sorumsuz olarak damgalanıyor. Kadınlar, toplumun dayattığı rollerden sapmak istediklerinde türlü türlü baskıya maruz kalıyorlar:
“Anne değilsen biraz eksiksin.”
“Sonra yalnız kalırsın, pişman olursun.”
Bu cümleleri asla ve asla normalleştirmemiz gerekmiyor.
Elbette annelik kıymetlidir, annelerin hakkı ödenmez. Ama mesele kadının annelik kararını nasıl aldığı ve bu kararı verirken nasıl bir destek gördüğüdür.
Devletin görevi kadınların bedenleri üzerinden toplumu şekillendirmek değil; kadınların kendi kararlarını özgürce almalarını sağlamak ve onları her alanda desteklemek.
Anneler Günü’nde dahi kadınları “makbul” ve “makbul olmayan” diye ayıran bu anlayışı kabul etmiyoruz. Tüm kadınlar değerlidir, annelerimiz de, annelik yapmayı seçenler de seçmeyenler de, toplumun göz ardı ettiği kadınlar da…
Memleketimizde eşit insan sayılmaz kadınlar, öyle görülmez bu yazılı bir kural değil elbette yazısız kurallardan. Henüz “anne olmayan kadın insan değildir” yasalaşmadı. Kadınlar için makbullük hep ötelenir, her seferinde biraz daha fazla fedakârlık, biraz daha fazla boyun eğmeleri istenir…
Kadınlar, “şöyle olursan makbulsun”, “kabul edilebilirsin” vs vs gibi baskılarına sokaktan çok net sloganlarla yanıt veriyor:
“Bana bak Başbakan, tepemizi attırma kendin yat kuluçkaya, bir Tayyip, iki Tayyip, üç Tayyip doğurmaya”
"Eşitlik yoksa isyan var"
"Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz..."
Yazının fotoğrafı Miss Marx filminden
Parlak, zeki, tutkulu ve özgür bir kadın olan Eleanor, Karl Marx’ın en küçük kızıdır. Feminizm ve sosyalizmi birbirine bağlayan ilk kadınlar arasında yer alan Eleanor, işçilerin hakları ve çocuk işçiliğinin kaldırılması için mücadele eder.
(EMK)